4 Mart 2008 Salı

gümüş'ü kaybettik


ne yazık ki ne çabalarla büyütüp öğretmeye çalıştığımız, yawrularımızdan gümüş son avımızda zehir alarak öldü. dağlara 2 keçi salıp kendini dağların sahibi sanan ve o merayı oğlağını korumak için, tilki ve çakala zehir atarak katleden kendini bilmezler hiçbir zaman yok olmayacak. ama biri mutlaka bir gün dur der. misal, zehirlenen gümüş değil de barak ya da barut olsaydı allah korusun, belki de biri şu anda dur demişti bile. ama birini, ikisini öldürmekle de bitmez bunlar, bu gider bir başkası gelir. milli parklar şu işe bir el atsa artık, canımız kadar sevdiğimiz av arkadaşlarımızı bir hiç uğruna kaybetmesek.

2 Mart 2008 Pazar

game over / avcı: 1, domuz: 1



hava bu haftasonu da açık. güneş parlıyor, yumuşacık bir sıcak; biraz rüzgâr çıktı az evvel ama...

ama artık bize ne rüzgârdan, yağmurdan... akşamları “yarın yağmasın” diye dua ederek yatmalar yok şimdi, hava güneşli diye keyifle erkenden yataktan fırlamalar, güne başlamalar. başka zamanlara kaldı tüfekleri parlatmalar, kurşunları takviye etmeler. pazara aman bir iş çıkmasa diye bütün hafta içten yakarmalar. biliyorsunuz ya, sezon kapandı!

ingilizcesi “sezonlu”dur tecrübeli kelimesinin, yani çok sezon görmüş geçirmiş, tecrübeli avcılar için belki –herhalde- bu kadar travmatik bir durum değildir sezonun kapanması. ama şimdiye kadar bir, iki ay av yapmış, ancak domuzun sırtını kaşımış, bacağını okşamış, en son avda da koca domuzu burnunun dibinden geçirmiş biri için av sezonunun kapanması, elinin kolunun bağlanması gibi bir şey desem fazlaca abartmış olmam... sezonun son gününe yetişmek için seyahatini kısa kesmiş, kendine nihayet beğenip yeni fişeklik, tüfeğine yumuşacık bir kayış almış, hepsi bir yana bundan sonra karşısına çıkacak ilk domuzu vurmayı kafaya koymuş biri için!

ah şimdi kaldı mı köpeklerimiz kulübelerinde, domuza verdikleri o güzel “arf arf arf” seslerini duymak, çıngırtılarını takip etmek aylar sonraya kaldı... haftasonu yaklaştıkça hop oturup hop kalkmalar, aman hava ne olacak nasıl olacak, hangi tarafta domuz vardır, oraya mı gitsek buraya mı, köpekler koşacak kadar sağ salim mi, diye endişelenmeler. tam yiyecek içecek hizmetlerini bir standarda oturtuyordum, buz kutumuz, çay kutumuz, ani misafirlere yetecek kadar ince belli bardağımız, tercih edilen zeytin, peynir, ekmek çeşitlerimiz sabahları hızlı hızlı toparlanıyordu... kaldık mı şimdi kös kös haftasonları evlerimizde, tüfeklerimize içli içli bakarak, köpeklerimiz karşısında boynumuz bükük...

ama ne gam! her şeyin zamanı var. avcıyız dediysek her şeyi, her zaman avlayacak değiliz ya. şimdi istirahat zamanı. tüm hayvanlar ya çiftleşiyor, ya doğuruyor, ya kuluçkaya yatıyor bugünlerde. doğa kendini tamamlıyor. ağaçların hafif sıcaklarla patlaması gibi, incecik dal uçlarından daha da incecik dallar fırlaması, ölü gözüken kahverengi kütüklerden içlerinde bütün yaşamı gizleyen sakin tomurcuklar peydah olması gibi, hayvanlar da artıyorlar. kendi döngülerini yaşıyor, yoktan var oluyor, yaşam yaratıyor, hayata bağlanıyorlar. kuşlar, tavşanlar, domuzlar, ördekler, balıklar. sonra köpekler, keçiler, koyunlar ve atlar. ki hep beraber bir sezon, bir sezon daha doğayla halvet olalım... tekrar dağlara çıkmamız, çamları koklamamız, çamurlara batmamız, soğuktan titreyerek ateşin dibine toplaşıp çaylar içmemiz için bir sebep olsun. köpeklerimizle motor tepesinde daracık patikalarda, dimdik şeritlerde hoplayıp zıplamamız, ıslanıp arkadaş damlarına sığınmamız, tekrar tekrar “köpek sardı domuz kalktı şurdan çıktı burdan döndü...” muhabbeti yapmamız, atanı tebrik etmemiz, kaçıranı tefe koymamız için.

muhteşem de bir sezon oldu doğrusu! iyi ki bitti diyeceğim nerdeyse, bu şans dalgası sona erecekti elbet, her avdan elimiz dolu dönmeye devam etmeyebilirdik... bir sürü güzel domuz avladık, tecrübeli avcılarımız da vurdu, yeniler, acemiler de. güzel domuz yatakları bulmakta da iyiydik, domuzları dağ tepe sürmekte de. eniklerimiz de öğrendi biraz biraz domuz kovmayı, baraklarımız da işlerini iyi yaptı. en önemlisi domuzlarımızı, köpeklerimizi, ormanlarımızı, dağlarımızı, yani doğayı sevmeye, ona tapmaya, onla paylaştığımız hayattan canhıraş bir zevk almaya devam ettik. bir kez daha, bu zevki sonsuza kadar tatmamızın nasip olması için dua ettik... doğa kendini yeniledikten, tamamladıktan sonra başlamak üzere.
.
.
.
amerika’nın haşarı çocuğu e.e.cummings bir zamanlar bir şiir yazmış, herkesin affına sığınarak çevirdim ama zaten şiir o kadar muhteşem bir doğa / insan / hayat tasviri ki benim zavallı çevirim bile anlamsızlaştıramadı:

(...)
çevremde bitmez tükenmez mucizesi dalgalanır
doğumun ve ihtişamın ve ölümün ve yeniden doğuşun:
uyuyan bedenimin üzerinde uçuşur parlak imleri
umudun, ve uyanırım tepelerin mükemmel sabrına

ben bir küçük kiliseyim (çıldırmış dünyadan,
vecdinden ve kederinden uzak) doğayla barışık
-umursamam uzun geceler en uzun gecelere dönse,
üzülmem sessizlik şarkıya dönüştüğünde

kıştan bahara, ufacık ruhumu O’na sunarım,
tek şimdisi sonsuzluk olan Rahmana:
Varlığının ölümsüz gerçeğinde dimdik durarak
(Işığını tevazuyla, Karanlığını gururla beklerim)



şimdi, ufacık ruhlarımızı O’na sunma zamanı. şimdi, aslında, ve her zaman – hele de dağda, doğada, onun sonsuz mucizelerinin kalbinde.

ne olur son bir kez daha oynayalım!..(24 şubat 2008)

yenilen pehlivan güreşe doymazmış ya, vuramayan avcı da sürekli av derdinde! birkaç hafta önceki son avımda öyle güzel bir pozisyonda, öyle şahane bir fırsatım oldu ki, belki de çuvalladığımı unut(tur)ma isteğiyle, buraya yaz(a)madım bile... sonra bir seyahat, seyahatten koşar adım dönerek sezonun son gününe yetişme, o gün de aksilikler neticesi ava çıkamama, ve sonrasında da hüzünle av sezonunu -şimdilik- uğurlama...

yine kuru çeşme tarafına gitmiştik. barak epey bir süre isteksiz dolanmıştı, bir derdi mi var nedir diye meraklandık, biraz sinirlendik. ses vermemesi bir yana, ormana girmesiyle çıkması bir oluyor, hemen güngör’ün yanına dönüyor, kuyruklar sallanıyor falan. ordan girdiler, burdan çıktılar, bir ses yok. kuru çeşme, çamlı çeşme, direkler... en son bir deneme için direklerin aşağısına indik, tabii mevkinin tam ismini unuttum. güzel bir yamaçta, ormanın üstünde kayalara yerleştik, barak da çıngır çıngır geziyor önümüzde. en azından aramaya başladı diye mutluyuz. yanımızdaki kayalıktan geçti, aha işte karşımızdaki parçaya doğru gidiyor dedik. sonra –her zamanki gibi- bir anda olaylar döndü, kısa bir süre ize ses veren barak hemencecik domuzun başında sarmaya başladı...

avın bu anları tam bir duygu karmaşası oluyor bende: tam rehavet çökmüş, fiziksel olmasa da ruhsal olarak, “tamam anlaşılan yok buralarda domuz, birazdan kalkar, şu tarafta çayımızı demleriz,” diye düşünürken cup diye olayın tam kalbine düşüveriyoruz ya... tüfekler kapılıyor, dolduruluyor, kalpler hızla atmaya, kulaklar olabildiğince açılmaya başlıyor, oraya çık, burdan in, ses şurdan gelirse böyle yap... güngör barak’ın peşinden karşı yamaca doğru uçarken ben de ormanın üstündeki güzel yerimde heyecan içinde durupduruyorum.

bir süre sonra karşıda güngör’ü, ormana girdiği noktayı, barak’ın sardığı bölgeyi takip edebiliyorum. birkaç sıkı patlıyor. barak’ın sesi ilerlerken onu görebilir miyim diye ormana bakıyorum ve işte orda kocaman bir domuz koşarak geliyor, bana doğru! güngör uzakta, karşı yamaçta domuzun kalktığı tarafta kaldı. bana “orda dur, şurda dur, bu taraftan gelir, şu çalının ardından çıkar” diyecek kimse yok! kaldım bir başıma, evet avantajlı bir yerde ama tam ne yapacağımı, ne tarafa yanaşacağımı da bilmeden. domuz önce aşağıdan arka tarafa doğru geçiyor, işaretler ve seslenmelerle ben de o tarafa doğru geçiyorum. bu arada tek başıma köpek ve domuz sesi takip etmek zorunda olduğum için endişe içindeyim, nerden gelip nereye gittiğini anlayamayacağım, domuzu olmayacak yerden geçireceğim, herkes de bana “yuh” diyecek diye.

yönlendirildiğim arka tarafta ses falan yok, ben mi duyamıyorum diye uzun uzun dinliyorum, vallahi her yere sessizlik hakim. bir süre sonra baştaki yerime dönüyorum ve yine ormana yakın, tüfeğim elimde, kulağım seste endişeyle bekliyorum. endişem avcı arkadaşlara karşı mahcup olmamak için, bu kadar çabalıyorlar bana domuz vurdurmaya, ben yüzüme gözüme bulaştırmasam bari... barak’ın sesi aşağıdan yaklaşıyor, çamlı çeşme tarafından geri yukarı tırmanıyorlar anlaşılan. güngör hâlâ karşı yamaçta ve beni görüyor, biraz aşağı, şimdi sağa, falan yerleştiriyor, bu da yetmiyor şifreli el hareketleriyle bir şeyler anlatıyor (biraz aşağı gidersem barak başında sarıyormuş, kayanın dibinde domuzu görecekmişim, gibi bir şeymiş el hareketlerinin açılımı!), bunu anlamadığım için de yanlış bir yerde miyim acaba diye kafam karışıyor...

o sırada barak sağ alttan bana doğru tırmanıyor, ve evet çatırtılar da geliyor, domuz gerçekten de geliyor, nerden çıkacak, doğru yerde miyim, falan derken domuz fırladı tam önümden bana doğru, aramızdaki çalının içine. artık nişan aldım mı, yoksa öyle kafadan alelacele tetiği mi çektim, nasıl olduysa attım bir kurşun ve ıskalamayı başardım. (oysa bir yarım saniye dursam!) tabii bunun üzerine domuz biraz rotayı yana çevirip tam gaz koşmaya başladı, ben tekrar tetiği, arpacığı falan bulana kadar ancak kuyruğu kalmıştı görünürde, ve arkasında barak, tepelere doğru fırladı gitti...

böylece gitti kucağıma koşan kocaman domuzu, hem de yakın mesafeden, hem de tek başıma vurma şansım. her şey benim tarafımdaydı. hem acayip şanslıymışım, domuzun çamlı çeşmeye inip ordan geri buraya çıkması mucizeymiş, bu domuz bana gelmek istemiş tıpış tıpış... tabii fena halde bozuldum kendime ama belki dişidir, belki gebedir de kurtulması daha hayırlı olmuştur diye kendimi avuttum. bu çuvallamadan aldığım dersler de oldu, öncelikle tek başıma beklemenin sonucu kendime, kulaklarıma bir parça daha güvenmeyi öğrendim, domuz yaklaşırken tüfek yüzümde beklemeyi, gördüğüm anda atmam gerekmediğini, bir saniye, iki saniye sakinleşmek, nişan almak, yakınlaşmak için beklersem daha iyi olacağını. belki bir yarı otomatik alırsam daha iyi olacağını! kafamdan defalarla tekrar oynattım aynı sahneyi, son oynatışlarımdaysa artık domuz ormandan bana doğru fırlarken tüfek yüzümdeydi, bir iki saniye koşmasını bekleyip öyle nişan alıyordum ve sakince iki kere tetiği çekiyor, domuzu da sakince alaşağı ediyordum... artık bu kadar psikolojik talimden sonra bir dahaki seferlere benden kurtulacak domuza helal olsun! :))