20 Aralık 2008 Cumartesi

bayram avları...

levent ben furuyim hiç dedi...
umut domuzu tartıyor...

buda bana denk geldi...


emrah sonunda kurşunla domuzu buluşturdu...



14 Aralık 2008 Pazar

Son gülen iyi güler, ya da Güzel bir av günü oldu vallahi (10 Aralık 2008 Çarşamba)




İki gözüm önüme aksın ki avın sonunda olanlar olmasa da aynı başlığı atacaktım. Her şeyden gayet memnundum, güzel bir av olmuştu. Eh işte olanlar olunca da iyice üstüne tuz biber ekti, başlık iyice hakedildi. Şöyle ki:

Sabahtan başladıydı atışma. “Sen benim tıraşları duydun mu?” dedi Hilmi, “Ohoo, duymak da laf mı, blog yazısına başlık attım!” dedim. Döndü, “Tek tıraşlayan ben değildim ama,” diye beni gösterdi. “Ama benimki sayılmaz,” diye itirazlara başladım, “emniyet açık olsaydı...” Oysa Hilmi gayet sakin kendi tıraşlamasını misafirlere anlatıyor, “Abi şu kadar geniş şerit, 6 domuz, 6 sıkı, karavana...” falan diye. Bugün de epey kalabalığız, iki parti misafirimiz var; Türkiye avcıları birarada!

İşte Hilmi için bu karavanalar fazla mesele değil, Hilmi kırk yıllık avcı, bu sefer vuramaz geçen sefer vurmuştur, gelecek sefer vurur... Ya ben? Ben hırs yapmışım, kendi başıma domuz vurmadan hâlâ çömez / avcı adayı / avcı yamağı falan sayılıyorum. En azından ben kendimi öyle sayıyorum. O yüzden her vuramadığım domuz benim için kaçırılmış bir kendimi ispatlama fırsatı. Arkadaşlar sağ olsun üstüme gelmeye devam ediyorlar, sonunda kızmamaya karar verdim, dedim ki “Aman ne var yani, bir sıkı attım bir domuz ıskaladım, tüfeği boşaltıp alay kaçırmış değilim ya!” Bunun üzerine de, “Bak sana dokunuyor bu laflar Hilmi!..” diye devam etti atışma.

İşte bütün bunların üzerine, yeter ulen dedim, bugün vuracağım artık! Evrene bugün domuz vuracağıma dair inancımı ve kararlılığımı ilettim, sizin anlayacağınız dua ettim, şükrettim, meleklerimi yardıma çağırdım, falan. Ondan sonra da av başladı. Güngör keyifle geldi, kulenin altındaki parçaya harika bir iz giriyormuş, kocaman bir zırıltı. O ordan girecek Mehmet’le, ikisi dört köpekle sürek yapacaklar, biz de kulenin çukurlarına dizileceğiz. Neyse ki Hilmi var, yoksa Güngör’ün dilinden anlayan yok: “Hilmi, kulenin altını kesin / hani o geçen sefer durduğumuz çukur var ya, onun az bu yanı / büyük domuzun çıktığı çalı yok mu, orası / ateş yaktığımız tepe var mı, onun altı...” gibi şifreli mekan tarifleri! İşte Güngör Hilmi’ye, “Kulenin üç çukuruna,” diye başlayan bir öneze tarifi verdi, Allah razı olsun Hilmi de bizi alıp tek tek götürüp o noktalara bıraktı ve domuz istikametlerini gösterdi.

Ben birinci çukurdaydım. Domuz orda hem kavşaktan, hem yolun içindeki virajdan çıkabilirmiş; birinden ötekine koşma talimleri, tüfeği hızla yüzüme alıp hareketli hedef izleme talimleri falan. Tabii artık kurşun hep tüfeğin ağzında, emniyet hep açık – arkadaşları baştan uyardım, benden uzak durun diye! Epey süre köpeklerden hiç ses gelmedi, hani süper iz giriyordu ormana, anlamadık... Baraklar alınmasın, darılmasın diye sormuyoruz da, hani domuz, iz sesi bile yok diye. Neyse, bir süre sonra toparlandık, arka tarafa, Selatin tarafına doğru girdik. Hilmi bana yer anlatmaya çalışırken “Ben o tarafa hiç geçmedim, bilmem,” diyordum ki Hilmi (yuh demedi ama) “Geçtin yahu, beraber av yaptık orda,” dedi. Neticede ordan da ses çıkmadı.

Bir kez daha tekrar toplandık, öneze planlanırken bu sefer hep merak ettiğim süreğe kalmam kabul edildi ama bu sefer de süreklik bir durum olmadı maalesef: Köpekler daha salınmadan domuzu bulmaz mı! Kaçarak ormana giren Barut ses vermeye başlayınca Reis salındı, Barak kurtulmak için çırpınırken herkes yerlerine koşuyordu. Olan sakin sakin, uzun uzun sürek yapmak isteyen bana oldu: Elle uzaktan gösterilerek “Koş şu şeride git, orda sürek yap!” diye haykırıldı, ben gidilecek yeri anlayıp gidene, nerden sıkı atacağımı bulana, tüfeğimdeki kurşunları boşaltıp saçma koyana kadar Güngör fırlamış, dik şeridin ortasına inmiş ve tüfeğini patlatmaktaydı.

İşte efendim nihayet bulduğumuz domuzumuz bir türlü radara doğru çıkmadı (oysa bütün misafirleri oraya dizmişiz, aslında burdan kalkan domuz ip çekmece oraya çıkarmış ama nasip!), o şeridi geçti ileri, Çatalşerit’e doğru, ben ileri gittim gelen giden yok, köpekler iyice uzaklaştı, avcılardan kimse de yok yakınlarımda, falan derken “Yapabileceğim bir şey var mı?” diye gayet umarsız sordum telefonla. Güngör, “Az evvel sürek yaptığım şeritte dur,” dedi, “sese göre hareket edersin.”

İşte neden avın ilk yarısından bile mutlu olduğum: bunu becerebildiğim için! Şeride gittim, indim, çıktım, uzandım, uyudum, uyandım, neden sonra köpeklerin sesleri yaklaşınca kulak kesildim, gözümle patikaları kestim, kulaklarımı açtım, gözümü bir domuz patikasına diktim, pat ordan çıktı bizimki! Anlaşılan ferah bir patikaymış ki yalnız son iki adımının sesi duyuldu, onun üzerine kafayı çevirdim, şeridin hala kenarında ama tamamen görünür durumda durdu bizim domuz. Aramız belki 10, belki 15 metre, ama ben şeridin ortasındayım ve tüfek yüzümde değil! Domuz durdu. Ben durdum. Düşündüm ki o an tüfeği yüzüme alsam geri topuklayacak. Bir an o nedenle durakladım, domuzla gözgöze. Sonra tüfeği yüzüme aldım ve tetiği çektim, toz duman. Eee? Domuz yok oldu tozun dumanın içinde. Nasıl oldu bu iş, sen 50 metreden bir karış hedefi vurmuyor muydun? Evet! Heyecandan mı oldu? Yo, gayet sakindim! Nasıl oldu o halde?

Acaba yaralı mı gitti diye durduğu yere geldim, yok öyle bir iz. Ardından köpekler geldi, geri ormana girdi, Güngör geldi ne tarafa gitti diye, şu bu, ben yine kaldım sinir ve hırs içinde! Burnumun dibinde durmuş domuzu nasıl vuramam?.. Az sonra bir motor sesleri, köpek sesleri, nihayet de tek bir sıkı sesi, ardından yukarı çamlığa çağrılınca anladım olayın temizlendiğini... Avcılar, kuleciler, köpekler orda. Güngör gülüyor: Domuz nerde? Burda! Ne oldu domuza? Ne olacak, benim karşıma çıktı! Ne vuruyorsun domuzumu? Hem kesin ben yaralamışımdır onu! Tabii, aslında yaralıydı da beni görünce korkudan öldü...

Aman neyse, en azından bir domuz vuruldu, ben de kendi başıma doğru yerde durdum, domuzu doğru zamanda doğru noktada bekledim, dosdoğru bir sıkı da attım ya, bu seferki tıraş olsun, bir dahaki sefere vuruş olur... Arkadaşlar akıllarınca dalga geçiyorlar ama, “Ha bir de durdu demek domuz?! Sana nişan alacak zaman da verdi?! Hem de 10 metreden!..” falan diye, ben aslında memnunum halimden. Oturuyoruz, ateş yakılıyor, güneşte soframızı serip sucuğumuzu yiyor, hızlı hızlı çayımızı içiyoruz. Saat 1’i geçmiş, sabırsızlanan var ikinci domuz için. Bir lokma çayımı yanıma almalık bardağıma doldurmayı bu telaş içinde nasılsa başarıyorum ve motorun tepesine tünüyorum.

Bu sefer ta radarın sonundaki tepe şeride gidiyoruz – buraya vallahi ilk defa geliyorum. Meğersem orda çadırlar kuruluymuş bugünlerde de o yüzden domuz “gocunmuş” ordan, az evvel onca sürmeye rağmen o tarafa gitmemesinin ve Murat’ların elleri boş kalmasının sebebi buymuş. Köpekler altımızda, benim az evvel attığım (şimdi Muratlarla Tolgaların dizili olduğu) şeritle bizim aramızda epey ses yapıyor. Biz de sessizce, köpekli veya köpeksiz çıkacak domuzu bekliyoruz. Ama az sonra, tam radara doğru olan çamlıkta verdikleri sesle anlaşılıyor ki domuzu o zaman, ordan kaldırdılar. Seslere doğru bakınca bir de görmez miyiz, koca domuz kalkmış çamların arasından tutturmuş gidiyor, arkasında köpekler! Aman ne keyif, ne zevk...

Bize doğru geliyor mu, yok gelmedi yine (bu da gocunmuş bir domuz olsa gerek), öteki şeride gidiyor, orası da amma uzun yolmuş - dereler tepeler, bir türlü varamadı, tepede heyecanla bekliyoruz önezeden tüfeklerin patlamasını, ne uzun sürdü derken nihayet dört el tüfek patladı: “Kkvvvkkkk ne oldu?” Hooop bir tepsi baklava... Benim ister istemez yüzüm gülüyor tıraşlayanlar artınca, art arda iki karavana bana ait ya, pozisyonumu birileriyle paylaşmak içimi rahatlatıyor. Bu arada köpekler ikiye ayrıldı: Barakların kaldırdığı domuz önezeyi ilk geçti, ardından enikler başka bir domuzla aynı yönde gidiyordu, onlar da nasıl olduysa geçti şeridi, Reis Barut’u ekmiş zaten bir aşamada ve baraklara katılmış, vb. Az sonra epey ilerden bir çift tüfek patlaması daha, bu kez Hilmi’den: Bir tepsi baklava eklendi hesaba! Hilmi çok uzaktan attığını, döndürmek için attığını falan söylüyor ama maalesef geçersiz, tıraştan sayılıyor bu da.

Baktık bizim tepede bir hareket olacağı yok indik Kule’ye, Beşyol’a doğru. Gün bitiyor, köpekler almış domuzu ta Kuşini tarafına geçmiş, hava serinledi, artık bitse de gitsek moduna girmekteyim. Ama biliyoruz ki köpekler o taraftan dönüp mecburen son şeritten ve Çatalşerit’ten geçecek, madem öyle son şeridi kesiyoruz: Yeni yolun üst tarafında Hilmi, yolun hemen altında ben, daha aşağıda Güngör. “Hilmi’ye doğru atarken dikkatli ol,” diyor Güngör. Atıcam da dikkatli olması kaldı, diyorum ben de içimden. Bekliyoruz, yoldaki motorumuz düşüyor, Hilmi gelip kaldırıyor, bana gel, git, yukarı, içeri gibi el işaretleri yapılıyor arada, köpeklerin sesi hiç duyulmazdan bir anda hemen önümüze gelmeye başlıyor. Hiç umudum yok ama yine de Allahım diyorum, şu domuzu bir görsem de ahımı alsam!

Az sonra Hilmi’nin hemen altında belirdi domuz. Gözlerime inanamama bölümü iyice kısaldı bu sefer, “Aa, domuz,” demedim! Her şey uzun bir anın içinde oldu: Hilmi’ye baktım, öyle bir duruyor ki domuzu görmesine imkan yok. Atsam ona doğru atmam gerek, tabii bu hoş değil ama epey de mesafeli domuzla arası. Atmamak da olmaz artık, domuz gelmiş şeridin ortasında, üstüne üstlük de duruyor nedense! Beni görmedi, Hilmi’yi bile görmedi. Bütün bunları düşünürken tüfeği kaldırıp sakince tetiği çekiverdim, domuz bir döndü mü, tepindi mi hareketlendi, bir tane daha attım, o arada elbette dönen Hilmi bir yandan domuza nişan alıyor bir yandan bana atma diye korkuyla işaret ediyor. Ben domuzdan öyle uzağım ki vuruldu mu, ne oldu tam göremiyorum bile. Tüfeği indirip “Vurdum mu?” deyip bir zafer çığlığı atmışım...

İşte böyle, domuzu önce 10 metreden ıskaladım, sonra 50 metreden vurdum, buyrun bakalım. Nişan almak, vurmak aslında benim en az önemsediğim kısmı avın. Asıl mesele sesleri takip etmek, domuzun ne zaman, nerden çıkabileceğini kestirmek, izlerinden ne yaptığını ve ne yapacağını tahmin etmek. Elbette ben bunların yine asgari bölümünü şahsen gerçekleştirdim ama önceki avlara kıyasla seslerle, yerlerle, zamanlamalarla, izlerle aramın çok daha iyi olduğu bariz. Zevkli olan kısmı da bu! Geçen sezon da bana domuz vurdurdular, tepside sunulmuş vuruşlar: Gel Candan burda dur, domuz şurdan çıkacak, şşştt geliyor, tüfeği yüzüne al, hadi çıktı nişan al at, şeklinde gerçekleşti olay her ikisinde de. Ee, Candan ne zaman domuzun nerden çıkacağını, köpeklerin ne yöne gittiğini, tüfeği ne zaman yüzüne alacağını falan kendi başına bilebilecek?.. İşte böyle, yavaş yavaş.

Domuz vurdum. Evet evet o bendim, o minik domuzu deviren. (Köpekler yaralarından çekiştirip dururken acıyıp boynuna bir kurşun daha sıkan.) Sonra poz poz resimler çektiren. Domuz minikmiş, bana ne: Devamlı tıraşlayanlar listesinden sıyrıldım ya, en azından şimdilik, bu bana yeter! Bunun verdiği güvenin ve keyfin gelecek avlara etkisine de hep beraber tanık olacağız...

7 Aralık 2008 Pazar

Kurtkayası’ndaki domuzların bayram tıraşı Hilmi’den!







Köpekler telefon açtı sabah. Arrrf arf arrfff, worrrf worff... Tamam, dedim, tamam kalkıyorum! Bu kapalı havada sıcak yatağımı bırakıp kalkıyorum. Av kıyafetim hazır ama üstü hava durumuna göre katmanlanacak. Tişört, kazak, ceket, yelek ve şal. Tabii bir de şapka. Araba dünden epey stoklanmış: Fişeklik, çaydanlık, sular orda, tüfek ve azık çantası kapının ağzında.

Gece yaptığım kek güzelce bekliyor mutfakta. Peynirler, zeytinler giriyor çantaya – taptaze zeytinyağımızla elbet! Av olacak, kahvaltı vakti gelecek, taze ekmek bu yağa şööööyle bir dalacak, bütün heyecanım bu.

Hayrettir bu sabah fazla iteklenmedim, ikinci telefona “Şimdi çıktım,” dedim ve nerdeyse sakince yola koyuldum. Yeni keşfettiğimiz kısa ve düzgün üst yoldan ilerledim, onca yağmura rağmen otoyol gibi kalmış yoldan. Tabii aynadan arkama bakmayı da unutmuyorum, geçen sefer bu yoldan ava gittiğimde 8-9 kilometrelik dağ yolunun sonunda peşimde iki adet soluyan ev köpeği gördüğümü hesaba katarak! Neyse bu sefer ev köpekleri evde kaldı, av köpekleri ava geldi. Ve işte avcılarımızla buluştuk – yol tam 9 dakika sürdü! Biri dedi geçenlerde, ben ne kadar şanslıyım, evden çıktıktan 10 dakika sonra av için köpek salabiliyorum diye, domuzlarım evimin eteğinde...

Hava sıcak olacaktı. Aralık ayının 6’sına inat, 23 derece bekleniyordu ve fakat değil! Motorluların kafaları, benimse ellerim donuyor. Hava nasıl görünürse görünsün eldiven ve bere alma mevsimi gelmiş demek. Köpekleri bir saldık Eminlerin damın üstünden, boş. Tekrar saldık Kule’ye doğru, boş. Fakat dağlar dolu: koyunlar, keçiler, odun yapanlar, kule bekçileri. Köy hemen karşımızda, köye doğru atacağız -domuz bulursak yani-, iyice sağda Pamucak ve deniz.

Geçtik mecburen bizim tarafa, Çatalşerit’e. Güneş açsa her şey şahane gözükecek ama... Çam toruları, fıstık çamları, aralarında kış uykusuna çekilmiş akasyalar. Köpekler arada heyecanla bağrışıyor ama ne iz, ne yatak: Domuzlar ortada yok. Çiftleşme mevsimine girmişiz, artık hep beraber takılır, birlikte yatarlarmış ormanda, bulduk mu 20-30 tanesini birden bulurmuşuz. Domuz muhabbeti yapıyoruz biraz Hilmi’yle, nasıl işleriz, nasıl satarız, isteyen yer bize ne, diye. Güngör almış köpeklerini gitmiş, ne ses var ne seda, biz üşüyoruz ve açız. Gündoğusu aman vermiyor ki! Ama itiraf ediyorum, benim bu gündoğusuna ayrı bir muhabbetim var. Buralara özgü olmasından mı, sabahın erkenini çağrıştırmasından mı, kim bilir...

Barak yok ortada, “Kvvvkkkk Hilmi, kömür ocaklarının oraya bir kulak ver.” Avcılar aç, şöyle bir av yapar gibi yapsak da kahvaltıyı hak etsek artık! Sucuk almamış Selçuk’tan çıkmalarına rağmen beylerimiz, bu yemek işlerini onlara emanet etmemek gerek. Sağlık olsun, peynir, zeytin, bir de kek. Aslolan çay! Bu rüzgarda nerde ateş yakacaksak artık.

Dağı seviyorum. Öyle ki, dağı seviyorum demesini, dağı sevmeyi dahi seviyorum. Yolunu, tozunu, çamurunu, bir sabahın erkeninde çimenlerin üstünde gördüğüm buğuyu, karanlık selvilerini, kocayemişlerin parlak yeşil yapraklarını, kurumuş çam dallarının nasıl kırıldığını düşünmeyi, motor seslerini şeritlerde takip etmeyi, su yollarını, tahtalıların fırfırfır geçişlerini, şehrin burdan görünüşünü, tepeden çam, zeytinlik, mera, incirlik, şeftali, kayalık seyretmeyi. En derin Turan Erol tablosu bundan fazla bir şey verebilir mi insana?

Meteoroloji gündoğusunu hesaplamamış sıcaklık tahmini yaparken. Hava ısınmıyor! E hareket de yok, domuz yok, koşma, heyecanlanma yok, kasılıp kalacağız galiba bu dağ tepelerinde. Köpekler kayıplarda, Kuşini, Kurtkayası, Beşyol, hepsi tutuldu, ne arrrff var ne çıngırtı. Kuytu bir köşede ateş mi yaksam, ne? Hilmi tepemizden geçen sığırcıkları şaşkınlıkla izliyor. Sucuğumuz yok, et olurdu yemeğimizde ne güzel. Çok yüksek değil miydi zaten atmaya? Değilmiş, vurulurmuş. Uğultulu tepeler uğuldamaya devam ediyor, ben uzanıp gözlerimi dinlendirirken.

* * *

Barak’ın çıngırtısı beni dinlenmiş bir uykudan uyandırdı ve pek sakin köpeğimizi kasaya atıverdim. Hemen ardından Barut aynı şekilde çıkageldi, hop, elde var iki, kaldı Reis geriye. Onu da biri toparlamış olacak ki az sonra Beşyol’da köpeklerle avcılar hep beraber dikilmiş, bir yandan keki parça parça götürüyor, bir yandan da Kurtkayası’nın ordaki kaplanlı çeşmenin ateş yakmak için sakin olduğunu, oraya yayılıp yemek yiyebileceğimizi konuşuyorduk...

Ki tam bu sırada patpatpat motor sesi ve ardından Şirince’den Bülent gelmez mi! Daha doğrusu Bülentler: sepetli motorunda kızı Ayça, köye ilk geldiğim zaman pansiyonun karşısında gün boyu kucağında gezen ufak oğlu Melih ve dört köpeğiyle birlikte... Ceylan gözlü Ayça o zamanlar benim rahmetli belalı köpeğim Torba’yı bir sever, bir kaçardı. Barağın eniklerinden biri ise bir süre evvel gözünü aşk bürüyüp Bozo’mun peşinden köyden eve kadar gelen, kov kov gitmeyen velet! Ailecek yakınlığımız olan bir av grubu yani...

Bülentlerin gelmesi güzel tabii, ne ala, avımız kalabalıklaştı ama... Ama hani biz tam çeşmenin oraya, ateş yakmaya gidiyorduk?! Hadi bakalım, sabahtan beri domuz sesi duyamayan avcılarımız takviye kuvvetle gaza geldiler, sen köpekleri yukardan sal, ben aşağıdan salayım, Candan sen dereyi kes, Hilmi sen şeride in, derken biz yine dağıldık mı önezeye. Av talimatları karşısında boynumuz kıldan ince, ne yapalım...

Dikkat: Sıkılmaktaysanız az daha dayanın, domuz, av, tüfek atma kısmı geliyor.

En lapa nokta hemen her zamanki gibi bana teslim edildi (bazen cinsiyet avantaj olabiliyor :PP) – Güngör’ün dediğine göre bizim Barak’ların aşağıda kovduğu domuz on adım ötemdeki dereden yukardaki büyük patikaya çıkacaktı, çıkarken derede de, yolda da atabilirdim, falan. İyi, güzel. Güngör motorla ilerledi aşağı doğru. Kurşun tüfeğin ağzında, emniyet kapalı, ani nişan alma egzersizleri yapıyorum.

Fazla zaman da geçmedi, evet Baraklar aşağıda sarıyor ama ordan bana doğru gelen ne köpek, ne domuz sesi var, o yüzden bir nevi rahatım. Yolun yukarısından bir şaldır şuldur ses geliyor, Allah Allah, bu ne ola ki diyorum, çatırtılar, haşırtılar, Bülent yukardaki köpeklerine sürek mi yapıyor ki, ama ses çıkarmadan yapılmaz ya sürek, ee o halde ne sesi bu, köpekler desen onların çanları var, başka bir hayvan desen ne olabilir, derkeeeen... yoldan bana doğru koşarak gelmesin mi o hayvan! “Aa, domuz,” demeyim mi yine ben! Sanırım benim bu avcılık işi daha pek oturmadı mı ne...

Güzel domuz beni Allahtan benim onu algıladığımdan da geç algıladı, tüfeği yüzüme aldım ve gayet sakin nişan alarak tetiği çektim, a a tetik çekilmiyor, yaa emniyet kapalıydı ya hani, onu açıp tekrar tetiğe basana kadar domuz –o kadar da andaval değil ya!- ayaklarının üstünde bir manevra yaparak ormana giriverdi, benim tüfek de onun ardından patlayıverdi... Ah be Candan, domuz ordan gelecek burdan geçecek derler, öğrensene artık avdaysan her an her yerden domuz çıkabilir, o şaldır şuldur ses domuz sesinden başka şey değildir, domuz beklerken kurşun tüfeğin ağzında ve emniyet açıktır, domuz çatırtısı duyulur yakınlıktaysa tüfek patlamaya hazır, hem de yüzünde durur. Şimdi vur kafanı o kara selvilere, kuru akasyalara, güzelim domuz tıpış tıpış üstüne gelirken de deviremedin ya.

Benim tüfek patladıktan sonra, ben kendime küfrederek domuzun ormana girdiği yere koşarken yukardan Bülent’in köpekler indi, aşağıda kovgun yapan Barak’larla karıştılar, anlaşılan kendi kovdukları domuzu (nam-ı diğer “benim domuz!”) aramayıp Barak’ın kovduğuna takıldılar, Güngör’ün attığı sıkılarla da o taraftan dönüp Bülent’in kucağına atladılar ve o domuz da iki kurşunla “takla” oldu (bakınız: resim).

İşte ondan sonra, ben keyfim kaçık kendime surat asarken bu domuz bu kadar değildir denip aynı derede devamı arandı, yedi köpek birden çıngır mıngır tüm ormanı gezdi, biz aynı civarlarda bekleyedurduk, bir ara köpeksiz kayacak domuz beklemeye gönderildim, orda da bir hareket olmayınca (başka yerden bir tane kaymış, bir tane de Bülent vurduğuyla uğraşırken ordan geçmiş) önceki yerime, selvilere gittim ki yine kovgun yok, sonra da Barak arkaya, Kule tarafına geçince Güngör sevgili oğlunu takibe koştu ve ortadan kayboldu.

Bülent’in köpekler toparlanınca onlar sepetteki domuzlarıyla köye döndü, biz de köpeklerimizi nihayet toparladık ve tam yemek için yer seçecektik ki... Aramıza Sinanderesi’nden çıkan meşakkatli yolu aşıp gelen Mustafa Abi de katılınca bizimkiler yine aşka gelip, hadi köpekleri bir de aşağıdan salalım, demezler mi! Bu kez isyan ettim, saat 14.30, açlıktan uykum gelmiş, bir parti daha köpek bekleyemeyeceğim diye. Nasıl olduysa nihayet bana da bir kulak veren çıktı da yolun ortasında, arabalarla motorların yanıbaşında da olsa bir ateş yakmaya girişildi!

Neyse, o saatte sonunda ekmekle buluşan midemiz şikayetlerimizi susturdu, çayımız şahane oldu, her zamanki gibi günün en keyifli dakikaları olacaktı – hadi hadi, içelim de kalkalım, nidalarıyla bölünmeseydi. Çok şükür birinin aklına beni evime göndermek geldi, ben de, “Aa ne güzel fikir, siz gidin hava kararmadan köpekleri salın son defa, ben de rahat rahat burayı toplar, keyifle son çaylarımı içer evime giderim,” diye onları postaladım...

Onlar gitmiş Kurtkayası tarafında köpekleri salar salmaz bir ufak alay bulmuşlar, önce bir tek domuzu, sonra bir de alayı (hem de geniş son şeritte!) Hilmi’ye tıraşlatmışlar, bense dağlara karşı çayımı içmişim, içerken dağda olmaktan, dağda yaşamaktan ne kadar gurur duyduğumu düşünmüşüm. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...