31 Ocak 2009 Cumartesi

Bu da kısa sevenlere...

Dağa çıktık, köpekleri saldık, ses verdiler, kovdular, biz koştuk, domuz kaçtı, sonra vurduk (ya da vuramadık). Güzel avdı.

27 Ocak 2009 Salı

Dördüncüsü benim olsun! (18 ocak 2009 pazar)







Bölüm 1:
Uzun olduğu kadar zevkli, zevkli olduğu kadar unutulmaz bir av gününün bizi beklediğini bilmiyorduk. Biz her zamanki sakin av günlerimizden biri daha diye çıktıydık yola. Bugünün başlangıç olarak hoşluğu, (ilki yola çok erken çıkmamamızdı ya, ikincisi diyelim) biraz farklı bir yerlere gitmemizdi – en azından benim için. Lümbürdek’te hiç sürek avı yapmamıştım (benim kitleme hitap ediyorum: evet, gülebilirsiniz ama buranın ismi gerçekten Lümbürdek!), yaptığım bir, iki gece bekinde de buranın ne tarafa düştüğünü bile zor çıkarırdım... Sanırım zirvelerdeki son birkaç avda rüzgardan ve soğuktan iflahımız kesildiğinden bu kez reisimiz daha etekte olan bu alanı seçmişti.

Bu avda, son haftaların başarılı dört ayaklı takımı Barak, Barut ve Reis’e katılan ekip Güngör, Hilmi, Mehmet abi ve ben. Kalktık gittik Güngör’ün domuz yatıyor dediği tepenin arkasına. Tarlanın bir yanına ben, bir yanına Mehmet abi. Hilmi benden aşağıya doğru yamaçta. Güngör de köpekleri alıp arka taraftan bahsettiği tepeye yanaşacak – öyle sık bir ormanmış ki orası, Güngör’ün geri pantalonsuz çıkacağı iddia ediliyor... Benim bir yanım tarla ve zeytinlik, öte yanım yamaç, yamaçtaki Hilmi’nin tepesinden aşağıdaki düzlük gözüküyor. Karşı tepeden gelirse domuz zeytinliğin içinden geçermiş. Gelişini görmek istiyorsam yamaç tarafında durmalıymışım, ama atacağımda usulca tarla tarafına yanaşmam gerekmiş. Bir de, Hilmi domuza kurşun atarsa ne olur ne olmaz yamaç tarafındaki kayalıktan aşağıyı kesecekmişim, domuz devam ederse ordan ben de şansımı deneyebilirmişim. Güzel.

Köpekler tepeye doğru gitti, kısa bir süre ses seda yok. O arada ben tarla tarafında ve kayalık tarafında yerler belirliyorum kendime, gidip geliyorum falan. Yeni huyum bu, çok da işe yarıyor doğrusu: saha araştırması. Domuz nerden gelebilir, nereye devam edebilir, gelişi nerden görülür, köpekleri uzaktan görür müyüm, en iyi nasıl ses duyarım... Böylece domuz gerçekten geldiğinde nerde ne yapacağımı daha iyi biliyorum. Neyse, ses gelmiyordu, ben de sağı solu kolaçan ediyordum. Bir anda köpekler çok yakında ses vermeye başladı, Allah Allah, nerden nereye gidiyorlar? Güngör’ün sesi de çok yakından geliyor, domuz kalktı mı kalkmadı mı, kalktıysa bu ne tantana, kalkmadıysa köpekler niye ses veriyor... Bir süre bu şamata yaygara, Güngör bağırır köpekler bağırır, ben ne olur ne olmaz tarla kenarındaki yerimde göz ve kulak kesilmiş olarak tüfek göğsümde beklerim, sonra Hilmi’nin telsizinden, ta aşağıdan, Güngör’ün canhıraş bağırtısı: “Hilmi koş dereye iniyor, Hilmi!”

Bunun üzerine artık konunun benimle ilgisi kalmadığını anlayarak heyecanı bıraktım ve yamaca, Hilmi’nin tepesine bir koşturdum ki: Hilmi’nin artık yapacağı bir şey yok çünkü domuz ta aşağıda düzlükte, tel örgünün yanından kaptırmış yel olmuş gidiyor, ona paralel olarak da bir köpek, hayır iki köpek, pek yakınından çılgınca sararak koşturuyor. Ama düzlüğün sonu gelince işin rengi değişti: Köpekler meğersem tel örgünün içinde değil miymiş! Orda domuzla yolları ayrıldı mı mecburen! Tel örgü sona erip de karşısına yamaç gelince domuz sola mı gitsem, sağa mı diye bir an düşündü, sonra sağ taraftaki iki arabaya doğru gitti, yoldan tepenin arkasına doğru yok oldu. Tel örgünün içinde Barut’la hapis kalan Barak kendini ne kadar tellere atarsa atsın çıkmayı başaramazken, az sonra domuzun izinden gelen Reis kaptı kokuyu gitti ardından...

Bize de koca domuzu uzaktan seyreyleyip yutkunmak kaldı! Tel örgünün yanına inip köpekleri toparlar ve Reis’in dönmesini beklerken şunlar ortaya çıktı: Köpekler iz sürüp sürüp, gelip meğersem tam Hilmi’nin 20 metre önünden kaldırmışlar domuzu! Domuz bir tur atmış, sonra bize çıkacağına aşağı vurmuş. Güngör’ün sesi kayalıkların, derelerin oyunundan bize müthiş yakın ve tepeden gelirken, meğer kendisi epey uzağımızda, domuzun kalktığı yerin tam aksi yönündeymiş – ki domuz ona kulak verse tam Hilmi’ye çıkması gerekti. Belki Hilmi’den gelen telsiz sesinden ona (yani önezeye) doğru gitmeyip aşağı inmiş, belki kokusunu aldığından, kim bilir. Tam altımızdaki evin sahibi sol tarafa doğru bahçede çalışmaktaydı, o yüzden de aslında o tarafa gitmesi gerekirken dönüp sağa, tel örgüye doğru gitmiş. Hatta Hilmi kendi kendine demiş, “Eyvah eve girecek şimdi!”

Neyse işte Lümbürdek’in domuzu eve girmeyip, arabalara da binmeyip koşmaya devam ederken, Reis biraz tel örgünün orda beklendi, sonra biraz da tepede. Domuzun düzlükten sonra gideceği yere (Kızılgöl) yetişmeye çalışmanın anlamı yokmuş, o yüzden derdimiz köpeği toparlamak. Hayırdır inşallah, deli Reis de pek ısrarla kovmadı domuzu ve çok geçmeden tepeden çıngırtısı geldi, böylece domuzun da uzaklara nerden geçip gittiği anlaşıldı. Köpekler tamam olunca bu tepede işimiz bitti dedik ve geçtik karşıya, Ekmekçi Tepesi, Zübeyde, Hayıtlık mevkiine.

Bölüm 2:
Buraya yemin billah ilk defa geliyorum, bir kez yeni açılan yolu görmek için tur atmak dışında – ki onda da (sezon başında) yol tam açılmadığından mecburen geri dönmüştük. Ve ilk kez geldiğim bir yer olarak ben bile bunu söylüyorsam inanın: Burası sağı solu ortada, yolu deresi virajı belli, domuz patikaları görülür, vs neticede gayet kolay anlaşılır bir mevkii. Bundan dolayı son derece mutluyum. Tabii yerlerin isimlerini, domuz çıkış noktalarını falan hiç bilmediğimden devamlı sorularımla arkadaşları baymak zorundayım ama bundan başka bir sorunumuz yok!

Çanak gibi bir yer. Domuzun yatabileceği yer aşağı dere(ler) veya karşı tepe. Biz çanağın etrafını kestik, Hilmi de karşıya geçti, Ekmekçi tepesine, Güngör bizim çanağın kenarından (yeni öğrendiğim ismiyle Hayıtlık mevkii) köpekleri salacak, Hilmi de karşıdan sürek yapacak domuz çanaktan bize çıksın diye. Peki, güzel plan, ama bir yerde aksadı: Köpekler aşağıda domuz bulamadılar! Bunun yerine kokuyla ara ara ses vererek bizim kestiğimiz yola çıkıp arkamıza geçtiler – galiba bu bir yanlışlıktı, çünkü “Zübeyde’ye girerlerse mahvolduk, akşama kadar çıkmazlar” gibi laflar edildi. Neyse ki bu yanlışlık lehimize işledi: Zübeyde’ye doğru inerlerken hem Barak’la Barut bir domuz kaldırdı, hem de Reis ufacık bir orman parçasından bir domuz kaldırdı.

Bu sefer de yeni açılan yola dizildik hemen, aşağıdan başka gidiş yolları yoktu, o yolu atlayıp yukarı, Kurtkayası’na gitmek isteyeceklerdi besbelli. Ve bu planlarında da başarılı oldular maalesef: Kestiğimiz yolu atlamayı başardılar, bize de yeni bağlantı yolundan yukarı Kule tarafına uçmak kaldı. Baktık köpeklerin sesi Kule’nin arka tarafından geliyor, ordaki iki çukuru kestik: Ben ikinci yeri bulamayacağım için birinci yere bırakıldım, Güngör son noktaya gitti. Çok heyecanlı birkaç dakika geçti, daha fazla değil: Kovgun sesi hemen yaklaştı, ben sağı solu fazla da kolaçan etme fırsatı bulamadan münasip bir yere soteleniverdim, köpekler bir anda hemen altımda belirdiler, domuzun çatırtısı bile geldi – artık tüfek yüzümde bekliyorum, parmağım tetikte... Ama 10 metre altımdaki sesler, bana çıkmadan uzaklaşa uzaklaşa gitmez mi!

Ah dedim Güngör, alacağın olsun, “gel bili bili” yaptın domuza, değil mi... Bir dakika geçti, geçmedi ki tek el tüfek sesi geldi ve manzarayı artık tecrübemle anladım: Domuz Güngör’e rastlamıştı. Önümdeki tepe şeritçiği tırmanıverince yolun kıyısında yatan güzel domuzu ve tepesindeki mutlu köpekleri gördüm: Domuz pek büyük değildi ama ciddi güzeldi. Belki de bu yüzden çıplak elle dokunduğum ilk domuz olma şerefine erdi kerata, arabaya çekerken mecburen bir ucundan tuttuğumdan. Kendi kaldırdığı domuzu bırakıp ötekilere takılan Reis biraz arkadan geldi ama domuzun bire bir tam izinden gelmesiyle takdir edildi ve arabanın kasasında diğerlerine eklendi, biz de güzel domuzumuzla birlikte orijinal av mahallimize geri döndük.

Ne güzel bir sürpriz: Bizi beklerken ateş yakmışlar, yemek yeri seçmişler, hem de yeni yapılan yolun hemen altında, ordaki taşlarla masalar oturaklar falan yapılmış! Doğal şişlerimizle kızartılan sucuklar, peynir dilimleri, zeytin çeşitleri taş masamızı zenginleştirirken, biz de karnımızı doyurduk, çayımızı içtik, pazar rehavetinden sıyrılıp aramıza katılan Mehmet ve köpeklerini karşıladık. Herkes, ben dahil, ava devam etmek için heyecan içinde olunca çay faslı fazla uzamadı (aslında Güngör’e kalsa birer bardak çayı doğrudan ağzımıza döküp ava devam etmeliyiz ya her zaman, neyse ki aramızda boğazına düşkün arkadaşlar var da ben de ağır ağır keyfimle çay içme imkanı buluyorum arada!) – ama ava başlamamız, yanıma “yolluk” çay almama da engel olamadı tabii.

Bölüm 3:
Elimde çay fincanım, aldım yerimi: Sabahki kestiğimiz Hayıtlık mevkiinde, derenin bir yanı benim. Benim altımda virajda Hilmi var, onun pozisyonunu çok net görebiliyorum; üst tarafta da Mehmet abi. Güngör’le Mehmet köpekleri sabah Hilmi’nin sürek yapmaya durduğu Ekmekçi tepesinden saldılar... Bazen ne kadar uzun sürüyor her şey, bekle bekle bitmiyor, oysa bu kez ne kadar çabuk oldu olay: Köpeklerin domuzu kaldırması, coşkuyla önce aşağı dereye sonra yukarı sürmesi, bana doğru gelir mi acaba diye heyecanlanacak fırsat bile bulamadan domuzu kabak gibi görmem ve nefesimi tutarak “ip çekmece” dedikleri şekilde Hilmi’ye çıkmasını izlemem... Hilmi yolun kenarında, kuru ağacın oraya gizlenir durumda hazır, domuz açıklıktan tırmandı tırmandı, yola atladı ve pat, geçiverdi! Vallahi de billahi de geçti. Tabii iki el tüfek patladı arada ama artık geç mi patladı, ne olduysa domuz gözümüzün içine baka baka geçti...

Avcıyla domuz arasında neler geçtiğini yalnız o ikisi bilir, kabul ama Hilmi kardeşim darılmasın, ağlamak istedim o domuz geçtiğinde! Uzaktakine öyle gözüküyor ki böyle kolay bir pozisyonda kaçırmak mümkün değil – eh ama demek mümkünmüş ki geçti işte. Bu şoku atlatıp hayata, ava devam etmek gerek! Hem iki köpek domuzun arkasından devam ediyor bile kovmaya, daldılar arkasından tepedeki ormana. Kendisinin de şaşkınlık içinde olduğu benim bulunduğum mesafeden bile anlaşılan Hilmi, domuzun ardından içeri ormana girdi – sonradan duyuyorum ki oralarda az evvelki avı olmasa da yatakta bir domuz vurmuş.

Biz ne yapalım? Az yukardaki Mehmet abiyi de alıp yeni yolun başına gidiyoruz, köpeklerin tırmandığı karşımızdaki tepeden ses dinlemeye. Allah Allah, Barak niye tek başına sarıyor? Bir türlü çözemedim işi, eniklerle birliktelerdi halbuki, iki arada bir derede nasıl ayrıştılar? Ses önce yukardan gelip gelip sonra altımıza iniyor, bu arada sürek noktasından geri dönen ve Barak’ın dilinden en iyi anlayan Güngör de görüntüde beliriyor, ara yoldan Barak’ın sardığı yere doğru iniyor sessizce. Domuz da sıkı dayanıyor Barak’a!

Mehmet işaret dili bilse belki orda haklanıverecek domuz; Güngör ona “Yanıma gel, iki yandan yattığı yeri çevirelim de vuralım!” demiş çünkü ama o anlamamış nedense... Neyse, Barak’a dayanan domuz sahibine dayanamadı ve bir, iki sıkıya kalktı, benle Mehmet abiye doğru çıkabilecekken yanladı ve daha önce kestiğimiz yerlere koşmamız gerektiği anlaşıldı. Pekala, gittik, büyükçe bir derenin iki yanında gibiyiz, ama bekle bekle Barak bir türlü yok ortada, ses yok – daha doğrusu başka her türlü ses var, zeytin çırpma sesi, ev köpeği sesi, zeytin saran insan sesi falan ama bizim köpeklerin sesi yok!

Biraz durgunluk oldu, diğerleri de yok meydanda, avın keyifli kısmı bitti mi ne diye geçerken içimden... Barak’ın sesi yolun altında, damın civarında belirdi. Mehmet oraya domuzu kaldırmaya gönderildi. Ben aşağıya zeytinliğe, eniklerin ayrı olarak Zübeyde tarafından buraya doğru kovduğu domuzu karşıdan gözlemeye gönderildim. Mehmet domuzu kaldırmaktansa yatakta vurmaya niyetlenmiş. Ben yolu karıştırıp dere içine çıkıvermişim. Mehmet’ten kayan bir başka domuz olmuş, Mehmet tıraşlayınca önümden Güngör’e çıkmış. Ben orada ne arıyormuşum...

Neyse, olur böyle vakalar. Bu domuzcuk da iki kurşunla takla oluverince ortalık tekrar sakinleşti, karşıdan beklenen enikler ve domuzları gelmedi, bir süre tekrar sükunet... Ve Barak yolun üstünde, koca kayanın oralarda domuza sarmaya başlamaz mı tekrar! Meğer Mehmet kaldırınca domuz biraz geri giderek yoldan (bizim kesmediğimiz bir yerden) yukarı atlamış ve üstümüzde devam edermiş. Domuz ısrarla dayanıyor, Barak kalın sesiyle ve yatağa havlama temposuyla bağırıyor, ben tamamen karıştım ve bu hangi domuz diye çözmeye çalışıyorum... Avdan sonra toparladığım bilgiye göre efendim, Hilmi’nin attığı (ve evet, savunduğu gibi hafif de olsa yaraladığı), Barak’ın Zübeyde’nin tepesinden getirmeye çalıştığı, Güngör’ün ite kaka kaç defa kaldırdığı hep bu aynı domuzmuş! Yaralı olduğu için kaçmaya çok da meraklı değilmiş. O kadar kesin bir şekilde dayanıyor ki, asla kalkmayacağına eminim kendi çapımda.

Barak’ın çağrısına Mehmet abi daha fazla dayanamadı ve dere içinden sese doğru çıktı, ama domuzun hafif hafif kayması üzerine bir şey yapamadı. Bu ilerleme haberinin gelmesiyle bu sefer de Güngör dayanamadı, madem yukarı çıkıyor bir bakalım bakalım dedi... Avcılığım tuttu diyelim, havaya girdim diyelim, ben de kalktım domuz peşinden koşmaya hazır vaziyette gittim onunla. Sabahki gibi bir tur yapacakken Kule’ye doğru, Son Şerit’in dibinde bir ormanlıkta durduk: Barak orda sarıyor, hep aynı şevkle, domuzumuz bir kez daha orda dayanmış.

Beni şeridin dibinde bıraktı, “Tırman,” dedi. Ben şeridin ortalarına tırmanırken Güngör de yukarı doğru gitti, domuzu sürmeye çalışıyor. Ama domuzda inadım inat, kalkmaz. Sıkılar patlıyor, naralar atılıyor, Barak bıkmadan usanmadan sarmaya devam ediyor, Allahım orman yıkılıyor, domuzun umuru değil! Ben şeridin ortalarından gözümü dikmişim o orman parçasına bakarak bu tantanayı dinliyorum, etrafı da yeterince kestim, gelebileceği patikaları, nereden hem aşağı hem yukarı görüş açımın iyi olacağını falan belirledim. Ama bekle bekle sıkıldım biraz doğrusu, güneş battı batıyor, “Aman ayıp mayıp değil artık, Güngör yatakta vursa da gitsek artık,” dedim içimden!

Tam o sırada domuz dayandığı yerin hemen altından yoldan atladı. Ben yukardan görüyorum, sakince telefon açtım, nedense sanki av bitmiş gibi algılayarak, “Aşağı yoldan atladı,” dedim. Güngör’ün “Koş!” demesiyle uyandım: Daha yakalayabileceğimiz yerler var domuzu, niye bitsin ki av? Bunu fark etmemle aşağı yuvarlanmam bir oldu, yola indiğim anda kafayı kaldırdım ki altımdaki incirlikten domuz ve Barak geçiyorlar, ben de yoldan fırladım aynı istikamette gidiyorum.

O saniyelerde işte şimdiye kadar sorduğum ve yanıtlayanları zaman zaman sıkan onca sorumun cevaplarını değerlendirerek hareket ettim: Bu domuz altımda, benle paralel ilerliyor. Bir yerden çıkacak. Ben sessiz ilerlersem her an çıkabilir, buraların tamamı çıkmak isteyebileceği yerler gibi gözüküyor. Hem dayansa da yanına girilebilir. Falan filan. Yani özetle: Domuz bizimdir, bizim kalacak! Koşuyorum, koşuyorum, Barak’ın sesi altımda, gözüm hep az ilerimde, çıktı çıkacak, tam umudu kesiyorum önüme geçtiler, kaçırdım diye, domuz az bir şey dayanıyor, tekrar aşka gelip koşuyorum... Nihayet en keskin virajda, Çatalşerit’in hemen altındaki bağlantıymış burası, çıktı kerata. Durdu, ben yavaşça durdum, kıçı bana dönük, hızla nişan alıp attım – a a, şimdiye kadar benim tüfek patlayınca kaçan bir domuz görürdüm, bu yerinde duruyor!! Devrilmeyip de olduğu gibi durunca emin olamadım, tekrar attım, bu kez çıktığı dereye yuvarlandı ve ben de gönlümden kopup gelen zafer çığlıklarını koyverdim.

Hemen dibinden gelen Barak da benim kadar mutlu – olmasın mı, hayvan öğlen yemeğinden beri dört bir yanda dere tepe bu domuzu kovuyor. Güngör yetişti, elinde Mehmet’in Barak, meğer o da ormandaymış da pek ses vermiyormuş korkudan, domuz vurulunca hak iddia etmeye gelmiş... Dereye indik, bağrınan domuzu susturmak için bir, iki sıkı daha harcadık, tam vedalaşacaktık ki Güngör demez mi, bu büyük, yakışıklı bir domuz, bunu yukarı çıkartalım, resim çekelim. Kimle çıkartıcan yukarı? Senle. Kaç kilo bu domuz? 65-70 var. (Bu da içi boş halinin tahmini, yani nerden baksan bütün hali 80 kilo.) Ama ben 20 kiloyu zor çekiyorum, hem burdan ta yukarı, dallar taşlar yol kapalı... Yok, vazgeçiremedim, domuz yukarı çekildi. Ben yaklaşık bir kilometre yürüyüp arabayı getirdim. O bacaklar, kollar, kalpler kesti. Resimler çektik. Hava kararıyordu, resimler gece avı gibi çıktı. Gece de olduğum yerde uyuyakaldım. İşte her şeyiyle o avın yorgunluğu da ancak çıktı da yazımız ancak böyle rötarla sizlerin hizmetine sunuldu...

Sonuç bölümü:
Tam bir sene önce deve güreşlerinin olduğu gün yaptığımız av geliyor aklıma. İlk kez domuz önüme çıktı, ilk kez domuza kurşun attım. O gün de çok hevesliydim, her şeyi bırakmış hep beraber çay demlemeye geçmişken köpeklerin ses vermesiyle tüfeğimi kapmış, Eyice’de yol boyunca koşturup durmuştum. Güngör’ün o domuzu bana vurdurmak için tüm çabasına rağmen şaşkınlıktan ve tecrübesizlikten ıskalamıştım, o da (önce domuzu gördüğümüz ve onun “At!” dediği anda ateş etmediğim için şaşırmış, sonra sakinleşerek) bana “gösterdiğim çabanın bile önemli olduğunu” söylemişti.

Bir de bugün yaptığım avı düşünüyorum, gösterdiğim çabayı: Kendi başıma yapılması gereken her şeyi yaptım, ha, şansım da yaver gitti, domuzu vurdum. Nasıl kendi başıma onca çaba gösterdim diye merak ediyorum: Sabahtan beri bir sürü domuz gördüğümüzden olabilir, bir sürü domuz vurulduğundan olabilir, her avda, her önezede verilen kısa ve net talimatı uygulamakla fazla bir ilerleme kaydetmediğimi hissetmemden olabilir... Her ne ise, bu benim “uyandığım” av oldu. Kendi kulaklarıma, kendi tahminlerime, kendi bilgime, kendi kurşunuma güvenerek hareket edebileceğimi, edersem daha daha iyi olacağını anladığım. Kendi başıma hareket ettiğim ölçüde avdan zevk aldığımı anladığım!

Son olarak da ne hikmetse şimdiye kadarki bütün domuzlarımı Hilmi’yle paylaştığımı not etmek isterim: Geçen sezon Kartal’da deli domuzu yan yana vurmuştuk, Arvalya’da Çamurlu Tarla mıydı, ikincisini kaçırdığımız domuzun ilkine birlikte attık, geçenlerde vurduğum domuz Hilmi’nindi ama o farkında değildi, ve şimdi de onun yaraladığı domuzu öldürmek bana düştü! Tamam avcı arkadaşım, eksik olmayın sizden ufak tefek bir şeyler öğrendim artık, domuzlarını benle paylaşmak zorunda değilsin :PP

12 Ocak 2009 Pazartesi

Hamza, aramızda! (7 Ocak Çarşamba)





Rüzgarlı bir gün. Ama ne de olsa av günü! Hem şunun şurasında birkaç haftamız kalmış av yapacak, bir çarşamba avımızı pas geçecek halimiz yok. Yok ama bende de hal yok, ne 7’de dağda olacak, ne bütün gün talimat üzerine ordan oraya koşacak, biraz soğuk almış gibiyim. Bu durumda ben de bir orta yol kotardım: Avın pikniğine katılıp, soğuğunu almadan ateş başında muhabbetini yapmak! Zaten hemen üzerimde, Kule, Beşyol civarında yapılacak av, bir uğramasam ayıp yani...

Bu karar üzerine öğle vakti gelince Kule tarafına bir gittim ki, ben Güngör’le Umut’u beklerken bir de Hamza karşımda! Hamza’yı henüz tanımıyor olabilirsiniz ama işte burada, resimlerde kendisi poz poz. Bizimkilerin sabah avı imiş Hamza. Biz çay demler, kahvaltı ederken arabanın yanından bize dikmiş gözlerini, uzatmış burnunu pis pis bakıyor, iyi mi... Dedim nerdendir bu Hamza, kimlerdendir? “Süreyya!” dedi Güngör, “Barut’la Reis!” Ha, Süreyya’nın misafir olarak ava katıldığı gün Barut’la Reis’i yaran domuz! Demek o azılının iki ayı daha varmış yaşayacak.

O gün, kasım ortalarıydı galiba, ben ne güzel Çatalşerit’te ayağıma gelecek domuzu bekliyordum. Süreyya ilk kez ava çıktığından ancak arabada bekleyerek içi rahat edebilmişti. Köpekler Kule’den bu tarafa doğru kovuyordu, bana epey yaklaşmışlardı da, her an domuzun çatırtısı gelecek diye kulak kesilmiştim: Hem de arkadaşımın yanında domuz mu vuracaktım ne!.. Heyhat, domuz yerine önce bir yaralı Reis geldi tıpış tıpış, melul melul ayağıma, sonra bir haykırmanın ardından Barut toparlandı ormandan. Güngör bir hışımla biricik Barak’ının peşinden ormana girerken, Süreyya ile bana da diğer köpekleri teslim etti.

Bu arada arabada zaten benim iki köpeğim var, eksik olmasınlar(!) misafirle birlikte gezmeye gitmek olsun diye evden Kule’ye dere tepe, dağ taş 10 kilometre peşimizden koşup, sonra da kasaya eklenmişlerdi. Barut onların yanına kasaya binerken daha fena yarılmış olan Reis şapşalı arka koltukta istirahate alınmıştı: Arada gözleri kayıyor, bayılacak gibi oluyor, sonra toparlıyordu ama pek de bekleyecek hali yoktu, o yüzden domuzdan öç alma sahnesini terk edip mecburen Selçuk’a, veterinere indiydik aceleyle. Her neyse, diyeceğim, domuz o domuz! O gün enikler yarıldıktan sonra Barak da domuzun fevrinden bıktığından av kısa sürede bırakılmış, intikam alınamamıştı. İşte Hamza şimdi, o gün çekinmeden eniklere taktığı o koca azılarıyla karşımda!

Peki dedim, nedir Hamza’nın hikayesi, ne yaptı, nasıl yaptı? Bir yandan ateş yakılırken, su kaynarken, azıklar sofraya yayılırken, domuz kafası bizlere gözlerini dikmiş bakadururken, başladılar anlatmaya: Neşeli bir günmüş. Umut gelmiş adadan. Yeni arabanın da heyecanıyla, bakalım nerelere tırmanacak, ne engeller aşacak diyerekten atmışlar köpekleri arabaya, ver elini Kurtkayası. Av mahalline vardıklarında Çatalşerit’in sol ayağından aşağı inen yakışıklı bir iz bulmuşlar önce, takip etmişler, yaylıma girmişmiş. Köpekleri orda mı salsak, burda mı salsak derken çıkarıvermiş köpekleri elinden.

Köpekler ormana girmiş ki, ah orda olmak için neler vermezdik her birimiz, ortalık bir karışmış! Hemen bir yaygara, hemen bir kovgun başlamaz mı! Zaten ola ola iki kişi olan avcılarımız daha yoldayken, domuz şeridi geçmez mi... Av tarihinin en şevkli, en gözünü budaktan sakınmayan avcılarından olan Umut canhıraş şekilde şeride koşmuş ama biraz geç tabii: Her hırslı avcıyı çıldırtan şey bir kez daha olmuş; domuz şeridi geçivermiş.

Çaylarımızı dolduruyoruz, Hamza’nın bakışları hâlâ üstümüzde. Güngör devam ediyor anlatmaya, avın esas heyecanlı kısmından: “Umut’u oralarda bırakıp Beşyol’a çıktım, köpekleri duymaya çalışıyoruz ama rüzgardan dolayı çok zor. Arabayla Kule’nin altındaki, Gelincik Deresi’ne giden yola gittim ki aşağıda derenin içinden moza bağırtısı gelmiyor mi! Köpekler koca mozayı tutmuşlar bağırtıyorlar. Umut’a hemen köpeklerin yerini tarif ettim, ben arabayla dere içine gitmeye çalışırken o da şeritten daha hızlı oraya yetişir diye.

“Köpeklerin mozayı bağırttığı yere geldim, bu sefer de Barak’ın yatak sesi gelir gibi oldu! Allah Allah, inanamadım, emin olamadım, bu arada yukardan Umut belirdi, ona anons ettim inip mozayı kurtarsın köpeklerden diye. Umut az aşağı inip de mozayı yolun kenarında cansız görünce, manzara ortaya çıktı: Mozayı halleden köpekler hemen orda bir yatak bulmuş, şimdi de o domuza sarıyorlardı!

“Derenin içindeki yoldayım, aldım tüfeğimi, köpeklerin hemen altındayım, Umut yukardan sürek yapacak – bir bağrınmaya başladı barım barım, bu bağrışa kalkmayan domuzun alnını karışlarım zaten. Domuz da kalktı nitekim, ama 100 metre sonra tekrar dayandı... Umut yine delirdi, fişekler patlıyor ardı ardına, orman yıkılıyor, domuz mecburen yürüdü tekrar.

“Derenin içinden Halka yüzüne doğru hareketlendi, ben de yukarı ona doğru koşuyorum, heyecan dorukta ve o anda domuzla yüz yüze kaldık! (Koşan avla koşan avcı, ne komik aslında.) Bana nasıl kızdı, hhhrrrööökktttsss diye feci sesler çıkartarak bir fren yaptı... Tüfeği yüzüme aldım, bir attım, çöktü ama hemen kalktı, tekrar attım, tekrar çöktü ve kalktı, yolun kenarına çarptı geri yolun ortasında geldi, tekrar attım ve nihayet yolun ortasında kaldı. Hırsla ardından gelen köpekler üstüne atladı, bu arada Umut telsizde çıldırıyor “Reis ne oldu?” diye. “Domuz artık yaşamıyor,” dediğimde, dağlar sevinç naralarıyla yankılanmaya başladı. Süreğin bu kadar hakkını veren avcının bu naralar da hakkı tabii, Hamza’nın trofesiyle, upuzun azılarıyla masasını onurlandırmak da!”