7 Aralık 2008 Pazar

Kurtkayası’ndaki domuzların bayram tıraşı Hilmi’den!







Köpekler telefon açtı sabah. Arrrf arf arrfff, worrrf worff... Tamam, dedim, tamam kalkıyorum! Bu kapalı havada sıcak yatağımı bırakıp kalkıyorum. Av kıyafetim hazır ama üstü hava durumuna göre katmanlanacak. Tişört, kazak, ceket, yelek ve şal. Tabii bir de şapka. Araba dünden epey stoklanmış: Fişeklik, çaydanlık, sular orda, tüfek ve azık çantası kapının ağzında.

Gece yaptığım kek güzelce bekliyor mutfakta. Peynirler, zeytinler giriyor çantaya – taptaze zeytinyağımızla elbet! Av olacak, kahvaltı vakti gelecek, taze ekmek bu yağa şööööyle bir dalacak, bütün heyecanım bu.

Hayrettir bu sabah fazla iteklenmedim, ikinci telefona “Şimdi çıktım,” dedim ve nerdeyse sakince yola koyuldum. Yeni keşfettiğimiz kısa ve düzgün üst yoldan ilerledim, onca yağmura rağmen otoyol gibi kalmış yoldan. Tabii aynadan arkama bakmayı da unutmuyorum, geçen sefer bu yoldan ava gittiğimde 8-9 kilometrelik dağ yolunun sonunda peşimde iki adet soluyan ev köpeği gördüğümü hesaba katarak! Neyse bu sefer ev köpekleri evde kaldı, av köpekleri ava geldi. Ve işte avcılarımızla buluştuk – yol tam 9 dakika sürdü! Biri dedi geçenlerde, ben ne kadar şanslıyım, evden çıktıktan 10 dakika sonra av için köpek salabiliyorum diye, domuzlarım evimin eteğinde...

Hava sıcak olacaktı. Aralık ayının 6’sına inat, 23 derece bekleniyordu ve fakat değil! Motorluların kafaları, benimse ellerim donuyor. Hava nasıl görünürse görünsün eldiven ve bere alma mevsimi gelmiş demek. Köpekleri bir saldık Eminlerin damın üstünden, boş. Tekrar saldık Kule’ye doğru, boş. Fakat dağlar dolu: koyunlar, keçiler, odun yapanlar, kule bekçileri. Köy hemen karşımızda, köye doğru atacağız -domuz bulursak yani-, iyice sağda Pamucak ve deniz.

Geçtik mecburen bizim tarafa, Çatalşerit’e. Güneş açsa her şey şahane gözükecek ama... Çam toruları, fıstık çamları, aralarında kış uykusuna çekilmiş akasyalar. Köpekler arada heyecanla bağrışıyor ama ne iz, ne yatak: Domuzlar ortada yok. Çiftleşme mevsimine girmişiz, artık hep beraber takılır, birlikte yatarlarmış ormanda, bulduk mu 20-30 tanesini birden bulurmuşuz. Domuz muhabbeti yapıyoruz biraz Hilmi’yle, nasıl işleriz, nasıl satarız, isteyen yer bize ne, diye. Güngör almış köpeklerini gitmiş, ne ses var ne seda, biz üşüyoruz ve açız. Gündoğusu aman vermiyor ki! Ama itiraf ediyorum, benim bu gündoğusuna ayrı bir muhabbetim var. Buralara özgü olmasından mı, sabahın erkenini çağrıştırmasından mı, kim bilir...

Barak yok ortada, “Kvvvkkkk Hilmi, kömür ocaklarının oraya bir kulak ver.” Avcılar aç, şöyle bir av yapar gibi yapsak da kahvaltıyı hak etsek artık! Sucuk almamış Selçuk’tan çıkmalarına rağmen beylerimiz, bu yemek işlerini onlara emanet etmemek gerek. Sağlık olsun, peynir, zeytin, bir de kek. Aslolan çay! Bu rüzgarda nerde ateş yakacaksak artık.

Dağı seviyorum. Öyle ki, dağı seviyorum demesini, dağı sevmeyi dahi seviyorum. Yolunu, tozunu, çamurunu, bir sabahın erkeninde çimenlerin üstünde gördüğüm buğuyu, karanlık selvilerini, kocayemişlerin parlak yeşil yapraklarını, kurumuş çam dallarının nasıl kırıldığını düşünmeyi, motor seslerini şeritlerde takip etmeyi, su yollarını, tahtalıların fırfırfır geçişlerini, şehrin burdan görünüşünü, tepeden çam, zeytinlik, mera, incirlik, şeftali, kayalık seyretmeyi. En derin Turan Erol tablosu bundan fazla bir şey verebilir mi insana?

Meteoroloji gündoğusunu hesaplamamış sıcaklık tahmini yaparken. Hava ısınmıyor! E hareket de yok, domuz yok, koşma, heyecanlanma yok, kasılıp kalacağız galiba bu dağ tepelerinde. Köpekler kayıplarda, Kuşini, Kurtkayası, Beşyol, hepsi tutuldu, ne arrrff var ne çıngırtı. Kuytu bir köşede ateş mi yaksam, ne? Hilmi tepemizden geçen sığırcıkları şaşkınlıkla izliyor. Sucuğumuz yok, et olurdu yemeğimizde ne güzel. Çok yüksek değil miydi zaten atmaya? Değilmiş, vurulurmuş. Uğultulu tepeler uğuldamaya devam ediyor, ben uzanıp gözlerimi dinlendirirken.

* * *

Barak’ın çıngırtısı beni dinlenmiş bir uykudan uyandırdı ve pek sakin köpeğimizi kasaya atıverdim. Hemen ardından Barut aynı şekilde çıkageldi, hop, elde var iki, kaldı Reis geriye. Onu da biri toparlamış olacak ki az sonra Beşyol’da köpeklerle avcılar hep beraber dikilmiş, bir yandan keki parça parça götürüyor, bir yandan da Kurtkayası’nın ordaki kaplanlı çeşmenin ateş yakmak için sakin olduğunu, oraya yayılıp yemek yiyebileceğimizi konuşuyorduk...

Ki tam bu sırada patpatpat motor sesi ve ardından Şirince’den Bülent gelmez mi! Daha doğrusu Bülentler: sepetli motorunda kızı Ayça, köye ilk geldiğim zaman pansiyonun karşısında gün boyu kucağında gezen ufak oğlu Melih ve dört köpeğiyle birlikte... Ceylan gözlü Ayça o zamanlar benim rahmetli belalı köpeğim Torba’yı bir sever, bir kaçardı. Barağın eniklerinden biri ise bir süre evvel gözünü aşk bürüyüp Bozo’mun peşinden köyden eve kadar gelen, kov kov gitmeyen velet! Ailecek yakınlığımız olan bir av grubu yani...

Bülentlerin gelmesi güzel tabii, ne ala, avımız kalabalıklaştı ama... Ama hani biz tam çeşmenin oraya, ateş yakmaya gidiyorduk?! Hadi bakalım, sabahtan beri domuz sesi duyamayan avcılarımız takviye kuvvetle gaza geldiler, sen köpekleri yukardan sal, ben aşağıdan salayım, Candan sen dereyi kes, Hilmi sen şeride in, derken biz yine dağıldık mı önezeye. Av talimatları karşısında boynumuz kıldan ince, ne yapalım...

Dikkat: Sıkılmaktaysanız az daha dayanın, domuz, av, tüfek atma kısmı geliyor.

En lapa nokta hemen her zamanki gibi bana teslim edildi (bazen cinsiyet avantaj olabiliyor :PP) – Güngör’ün dediğine göre bizim Barak’ların aşağıda kovduğu domuz on adım ötemdeki dereden yukardaki büyük patikaya çıkacaktı, çıkarken derede de, yolda da atabilirdim, falan. İyi, güzel. Güngör motorla ilerledi aşağı doğru. Kurşun tüfeğin ağzında, emniyet kapalı, ani nişan alma egzersizleri yapıyorum.

Fazla zaman da geçmedi, evet Baraklar aşağıda sarıyor ama ordan bana doğru gelen ne köpek, ne domuz sesi var, o yüzden bir nevi rahatım. Yolun yukarısından bir şaldır şuldur ses geliyor, Allah Allah, bu ne ola ki diyorum, çatırtılar, haşırtılar, Bülent yukardaki köpeklerine sürek mi yapıyor ki, ama ses çıkarmadan yapılmaz ya sürek, ee o halde ne sesi bu, köpekler desen onların çanları var, başka bir hayvan desen ne olabilir, derkeeeen... yoldan bana doğru koşarak gelmesin mi o hayvan! “Aa, domuz,” demeyim mi yine ben! Sanırım benim bu avcılık işi daha pek oturmadı mı ne...

Güzel domuz beni Allahtan benim onu algıladığımdan da geç algıladı, tüfeği yüzüme aldım ve gayet sakin nişan alarak tetiği çektim, a a tetik çekilmiyor, yaa emniyet kapalıydı ya hani, onu açıp tekrar tetiğe basana kadar domuz –o kadar da andaval değil ya!- ayaklarının üstünde bir manevra yaparak ormana giriverdi, benim tüfek de onun ardından patlayıverdi... Ah be Candan, domuz ordan gelecek burdan geçecek derler, öğrensene artık avdaysan her an her yerden domuz çıkabilir, o şaldır şuldur ses domuz sesinden başka şey değildir, domuz beklerken kurşun tüfeğin ağzında ve emniyet açıktır, domuz çatırtısı duyulur yakınlıktaysa tüfek patlamaya hazır, hem de yüzünde durur. Şimdi vur kafanı o kara selvilere, kuru akasyalara, güzelim domuz tıpış tıpış üstüne gelirken de deviremedin ya.

Benim tüfek patladıktan sonra, ben kendime küfrederek domuzun ormana girdiği yere koşarken yukardan Bülent’in köpekler indi, aşağıda kovgun yapan Barak’larla karıştılar, anlaşılan kendi kovdukları domuzu (nam-ı diğer “benim domuz!”) aramayıp Barak’ın kovduğuna takıldılar, Güngör’ün attığı sıkılarla da o taraftan dönüp Bülent’in kucağına atladılar ve o domuz da iki kurşunla “takla” oldu (bakınız: resim).

İşte ondan sonra, ben keyfim kaçık kendime surat asarken bu domuz bu kadar değildir denip aynı derede devamı arandı, yedi köpek birden çıngır mıngır tüm ormanı gezdi, biz aynı civarlarda bekleyedurduk, bir ara köpeksiz kayacak domuz beklemeye gönderildim, orda da bir hareket olmayınca (başka yerden bir tane kaymış, bir tane de Bülent vurduğuyla uğraşırken ordan geçmiş) önceki yerime, selvilere gittim ki yine kovgun yok, sonra da Barak arkaya, Kule tarafına geçince Güngör sevgili oğlunu takibe koştu ve ortadan kayboldu.

Bülent’in köpekler toparlanınca onlar sepetteki domuzlarıyla köye döndü, biz de köpeklerimizi nihayet toparladık ve tam yemek için yer seçecektik ki... Aramıza Sinanderesi’nden çıkan meşakkatli yolu aşıp gelen Mustafa Abi de katılınca bizimkiler yine aşka gelip, hadi köpekleri bir de aşağıdan salalım, demezler mi! Bu kez isyan ettim, saat 14.30, açlıktan uykum gelmiş, bir parti daha köpek bekleyemeyeceğim diye. Nasıl olduysa nihayet bana da bir kulak veren çıktı da yolun ortasında, arabalarla motorların yanıbaşında da olsa bir ateş yakmaya girişildi!

Neyse, o saatte sonunda ekmekle buluşan midemiz şikayetlerimizi susturdu, çayımız şahane oldu, her zamanki gibi günün en keyifli dakikaları olacaktı – hadi hadi, içelim de kalkalım, nidalarıyla bölünmeseydi. Çok şükür birinin aklına beni evime göndermek geldi, ben de, “Aa ne güzel fikir, siz gidin hava kararmadan köpekleri salın son defa, ben de rahat rahat burayı toplar, keyifle son çaylarımı içer evime giderim,” diye onları postaladım...

Onlar gitmiş Kurtkayası tarafında köpekleri salar salmaz bir ufak alay bulmuşlar, önce bir tek domuzu, sonra bir de alayı (hem de geniş son şeritte!) Hilmi’ye tıraşlatmışlar, bense dağlara karşı çayımı içmişim, içerken dağda olmaktan, dağda yaşamaktan ne kadar gurur duyduğumu düşünmüşüm. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...

Hiç yorum yok: