24 Kasım 2009 Salı

Belevi tepesinde Vahşi Batı’dan bir sahne (22 Kasım Pazar)



Akşam eve geldim, kulaklarımda hâlâ köpek sesleri çınlıyor, her sesi kovgun sanıp kulak kabartıyorum... Bir yandan da ağzım kulaklarımda, durup durup kafa sallıyor, kendi kendime “Ne gündü yahu!” diyorum. Anlayacağınız gibi uzun bir av gününün, uzun yazısı sizi bekliyor! Uzun olduğu kadar da dehşetli keyifli.

Son avımızı yaptığımız Belevi tepesini müthiş bereketli bulmuştuk: her yer domuz izi, patikalar belli, kesilebilir noktalar. Birkaç kişiyi de toparlayınca tekrar oraya gidelim dedik. Tabii biz demedik, domuzların en sevdikleri tetikçi ağbileri Güngör dedi, biz de onaylarcasına kafa salladık. Neyse işte, dere tepe düz gittik, 4 çekerlerimizi dibine kadar kullandık, şeritleri tırmanıp 6 köpeğimizi salacağımız yere geldik – geçen avda tam da bu civarda ilk kez domuza sararak umut vermiş olmasına rağmen hâlâ eniğim Kara’yı köpekler arasında sayamıyorum ya, sağlık olsun.


Petrol Ofisi’nin üstündeki parça aranacak, mutlaka domuz var dendi... Var ama biraz erken var: Orman içindeki patikayı kesmek üzere öneze yerleşene kadar beklemesi gereken köpekler hemen faaliyete geçince domuz bizi atlatıverdi. Hemen bir cayırtı, bir şamata, ve Umut’la benim yerleşeceğimiz noktaların arasından geçti köpeklerin bir partisi. Biz yerleştik, köpeklerin kalan kısmı geldi gitti eklendi derken, hepsi birden geri yatağa ve ardından, orda kıyamet koparan Ahmet ağbiye aldırmadan alıp başlarını tırmandığımız eteğe doğru gitti.


Ama daha geçen gün burda aynı avı yaptık, sorun değil, köpekler burda on defa daha tur atarlar... Dedik ama bir daha ne gelen var, ne giden, ses seda yok! Güngör motorla domuzun yolunu kesmeye diye gitti gelmez... Bir süre sonra Umut uzaktan bana işaret ediyor: “Takla!” Yok canım, yine mi, diye içimden geçirirken, “Güngör vurmuş,” dedi. Sabah sevinmekte haksız değildim demek, tüfeğimi unuttum diye espri yaptığında! Yahu bu kadar insan bekliyoruz, misafirimiz bile var (Umut’un ilk kez domuza gelen yeğeni), insan bir gönderiverir domuzu bizim tarafa... Neyse, yine aynı senaryo gerçekleşmiş: Domuz epey gitmiş, Sinan Dede’nin üstlerinde bir yere, bizim bulamayacağımız, bulsak da gidemeyeceğimiz bir yerde orman içinde motorla yolunu kesen Güngör’ün kurşununa rast gelmiş. Ne diyelim, Allah bereket versin. Yalnız bir ufak karışıklık var ortada: Tüm köpekler altından geçerken gören Ahmet ağbi önlerinde tek bir azılı olduğunu söylüyor, Güngör’ün vurduğu ise 2 anaç ile 8 mozadan bir tanesi!


Bu birinci avdı, bildik tanıdık bir sonla noktalandı, henüz heyecanlanacak bir şey yok, değil mi? Şimdi geliyor. Sinan Dede’nin koca çınarlarının dibinde buluştuk, köpeklerin hepsini toparladık, içeri doğru çıkan yoldan az yürüdük, hemen altımızdaki derenin karşı tarafında, ufak bir orman parçası hedefimiz. İzzet’i çeşmenin orda bıraktık, Ahmet ağbi köpekleri salmaya karşıya geçti, Umut, Güngör, ben yoldayız. Köpeklerden bir dakika ses yok, iki dakika yok, derken üçüncü dakikayı bulmadan Ahmet ağbinin Arap ince sesiyle bir vıyykk etti, Güngör “Kancık buldu,” dedi – ve bir anda tam karşımızda naklen yayın kıyamet koptu...


Domuzlar ne yaptı: Ormanda bir haşırtı koptu, bir çalılar yerinden oynadı, domuz köpeklere daldı, bir köpek haykırarak havada uçup kayaya çarptı (Çakır), ve sanki start verilmiş gibi orman parçacığının dört bir yanından çatapat gibi domuz fırlamaya başladı. İki ayrı grup mozalı soldan yukarı fırladı, üsttekilerden bir moza Çakır’a yakalandı, o viyaklarken anası hönkürerek dalıp kurtardı ve tepeyi dönüp kayboldular. Aşağı dereye birkaç tane ardı ardına indi bizim yanımıza çıkmak ya da dere aşağı gitmek üzere. Yukarı Ahmet ağbiye doğru kaçışanlar oldu, üstlü altlı. Altımıza doğru gelen bir iri tek durup ne yapsam diye düşündü. Başka bir tek tam Umut’un kucağına tırmandı. Bir ufak moza Güngör’le benim aramdan yola fırlayıp yukarı atladı. Orman gürültüden sarsıntıdan domuzdan köpekten kendini şaşırdı.

Köpekler ne yaptı: Havada uçan Çakır öldü mü kaldı mı diye bir tasalandık başta, yaygara koparken. Ahmet ağbinin erkek fazla havasında değildi anlaşılan, etrafta biraz takılıp yoldan yanımıza geldi. Barak bir süre sonra dereden bir güzel kara anayla iki mozasını aldı, dere aşağı götürüp İzzet’in bırakıldığı yerden atlayıp yukarı zeytinlikten geçirerek götürdü. Daha sonra, bir grup köpek bir grup domuzla dere yukarı gidip arkamıza çıktıklarından İzzet’in onların sesleriyle birlikte yukarı koştuğu anlaşıldı. Bu grupta da Reis, Çakır ve Arap varmış, Çakır da sağ salim yani.


Avcılar ne yaptı: Bu kadar çabuk, bu kadar büyük bir kıyamet kopacağını ve bu kadar net izleyeceğimizi pek beklemiyorduk doğrusu. Umut, Güngör, ben yanyana durmuş, köpek nereyi arıyor falan diye bakınıyorduk, hatta Güngör’ün tüfeği bile yanında değildi. Bir anda her yer köpek cayırtısı, domuz bağırtısı, “Burda!” “Yukarı bak!” “Sana geliyor!” “Şurdaki kocaman!” gibi seslerle dolunca adrenalin doruğa fırladı. Ve ağzı kulaklarında bir Güngör komutu verdi: Atış serbest!


Komutla birlikte, muharebe veya devrim coşkusunda bir yaylım ateşi koptu. Ben karşıdan dereye inip bize doğru çıkmaya niyet eden gruptan birini gözüme kestirdim. Umut yoldan yukarı, orijinal yerine doğru koştu, bir süre sonra bir tek ateşini ve ardından bir paldırtı sesini duydum, sonra zaman zaman ateş sesleri devam etti. Güngör derede kocaman ağarmış zırıltıyı görünce elimden tüfeği kaptı, ama bir an durup ne yapacağını düşünen domuz o tüfeği yüzüne alana kadar kararını vermiş, dere yukarı gitmek üzere çalıların arasına dalmıştı. Tüfeği gelince yoldan aşağı koşup, İzzet’e doğru gittiğini düşündüğü domuzların geçmesine izin verdi. Yukarda zeytinliğin içinde Ahmet ağbi kovboy filmlerindeki gibi bir önden geçene, bir arkadan geçene, bir yukarı bir aşağı sıkıp duruyordu...


Ortalık sakinleşince hepimiz ağızlar kulaklarda toplaştık, kim nerde ne yaptı çözmeye: Ben iki ayrı hedefe atmıştım, ikisi de tıraş (Umut bir altına bir üstüne gittiğini söylüyor kurşunlarımın). Güngör o güzel ağarmış domuzu ıskalamış olmalı diye düşünüldü, derede ormanın içinde bulunamadığı için. Ahmet ağbi köpeğini çağırdı, birkaç tane yaraladım onları bulalım diye ama netice çıkmadı. İzzet zaten yok ortada. Eee, bunca yaylım ateşi ve ortada leş yok mu? Yo, Umut’un domuzu var – mı acaba??

Umut önüne gelen teki tek kurşunla devirdiğini söylüyor, ama ortada domuz yok... Bir heyecanla “Burdan attım, yanlamasına geliyordu, 2.5 metre mesafede attım, önce izledim sonra tam kafasından vurdum, gözünün pörtlediğini gördüm,” diye anlatıp dururken hadi dediler, Güngör’le indiler. Orda mı burda mı, bak şu çalının altına yuvarlandı 5 dakika debelendi diyor, ayakları havadaydı diyor, ama ara tara domuz yok. Yahu bu hayalet mi, Sinan Dede’nin korumasında mı, kurtulmak için ölü taklidi mi yaptı, neler neler düşünüyoruz... Umut çıldıracak: “Ağbi tam kafasından vurdum iki adım önümde, gözlerimle gördüm, vurmasam söylerim, ölüyor diye tekrar atmadım, bak ağbi gözü böyle pörtledi, bak böyle devrildi,” diye taklidini yapa yapa perişan oldu. İnandık inanmasına ama, domuzun da doğaüstü bir güçleri olduğuna inanmak gerekecek...


Derken ikinci bir defa arayalım şunu dedik, Umut ısrarlı çünkü vurduğunda. Güngör “Göster bakayım nerden attın?” deyince 30 metre yukarıyı göstermez mi! Heyecandan aşağıyı göstermiş, doğa da şeklen aynı olunca. Oysa boş kovanı bile burda, ikinci gösterdiği yerde duruyor. İner inmez kafadan kurşunu yemiş domuzumuz bulundu tabii, Umut da zafer çığlıklarıyla dereyi çınlatırken Güngör’ün söylenmelerini duymazdan geldi. Meydan muharebesinin tek zayiatı iplerle önce derin dereden yukarı, sonra da arabayla çınarların yanına çekildi, güzel bir poz vermek için. Sonra da tüm köpeklere ikişer günlük taze yemek haline geldi, bir kenarda tırsık tırsık takılan Kara ve evdeki kocaman arkadaşları dahil.


Çınarların altında yayılıp yemeğimizi yerken çoğumuzun tarihinin en şanlı, en kanlı, en zevkli avı haline gelen olayı tekrar tekrar anlatıp dinledik. Hiç kimse (Umut hariç tabii – onun domuz da olmasa muharebenin zayiatsız bitmesi gibi utanç verici bir sonuç olacaktı!) vuramadığı için hayıflanmadığı gibi bir avda bu kadar domuz görmek, köpeklerin böyle çabuk bulması, güzel kovması, hepimizin birkaç kurşun atmasından daha fazla da bir şey istemediğimizi konuştuk...


Haa, bu hengamede ikinci faslı unuttuğumu şimdi fark ettim: Domuzu çektik, ateşi bile yaktık ama daha toplanıp oturamadık. Reis ile Barak’ın yukarıdan sesi geliyor, domuz bir dayanıyor, bir dalıyor, bir kayıyor derken, önce İzzet çıktı köpeğini almaya, sonra Barak da orda ortaya çıkınca sanırım kovgun devam etti, Güngör de çıktı Kolankaya’nın altları gibi bir yere... Bir süre sonra (altında yanlayacak diye motora atlamışken hemen arkasından atlayınca görmüş ve kaçırmış, koca bir eşekmiş) Umut’la bana hadi dedi, biz de fırladık iyi bildiğimiz av mekanına: Köpekler Kuşini’ne döndürmüşlerdi domuzu, biz Güngör’ün yanına vardığımız anda bize döndüler. Umut yukarı, Candan aşağı. Her zamanki son şeridin, yeni yol tarafından kesilen yerindeyiz. Aşağı iniyorum dinleyerek, daha aşağı, daha da aşağı iniyor ses derken, uyandım: Daha önceki gibi olacak!


Kendimi bir saldım şeritten aşağı, paldır küldür dipteki yola. Vardığımda Barak’ın sesi soldaki ormanda turluyordu, az sonra da çıktı önümdeki incirliğe doğru geliyor, ama domuz nerde ki... derken anladım: Domuz aralıydı ve ben indiğimde incirliği geçmiş, sağımdaki ormana girmişti bile – yani tamamen geçen sene, dört domuzlu günün son domuzunu vurduğum şekilde! Sağa doğru depar aldım hemen ama yakalamak için pek umutlu da değildim hani: Bir yandan içimden dua ediyorum domuz dayansın da önüne geçeyim diye, öte yandan niye dayansın almış hızını gidiyor işte... Aşağıdan Barak gelip önümden yolu geçince durum netleşti: Candan için game over! Domuz bu sefer, geçen sene yakalandığı derenin 50 metre berisinden atlayıp, nerdeyse dimdik bir yara tırmanmış. Ah, en fazla bir dakika önümden!


Bu av kalıntısı da kısa süre sonra Barak’ın tutulmasıyla bitti. Yemek keyfinden sonra son bir arama için Sinan Dede’nin yukarısına dizildik, çok da şık ve pratik gözüken bir plan yaptık: Umut ve İzzet kara selvilerin az altından zeytinliğin içine, ben kara selvilere, Güngör karşımızdaki ufak ormana yukardan köpekleri salacak, Ahmet ağbi yandan köpekleri salıp gelerek benim üst tarafımı kesecek. Dört başı mağmur bir plan. Plan harika, ama Barak bu plan için fazla akıllı. Çeşmeden motorlarla salacağımız yere doğru çıkarken Reis’le ikisi sağ yukarda bir koku alıp çırpındılar, ama salmadık tabii – yine anasının nikahına, Kurtkayası’na kadar alıp gidecekler, akşam akşam hiç uğraşamayız diye. Planlanan etekte saldığımızda ise orayı göstermelik olarak şöyle bir gezen Barak yoldan benim az yukarımdan zeytinliğe atladı ve tüm çabalara karşın dönmedi, motorla çıkarken aldığı kokunun peşine düştü! Onun aramasından bile heyecana kapılan Çakır (salınmamış ve arabadaydı) brandanın penceresini yırtarak fırlayıp ona katılmaya çalıştı, yolda yakalandı. Karşı yakayı arayan enikler de Barak’ın sesiyle tüyo alıp oraya çıkmaya çalışınca birer birer enselendi. Kokuyla giden Barak da sahibi tarafından yukarlarda Afyonlunun oralarda tutulunca, uzun ve şahane bir av günü sakince sona ermiş oldu.


Şimdi bize, domuzların o çatapat gibi fırladığı dakikaların, Umut’un gözü pörtleyip şöööyle devrilen domuzunun, benim atış serbest komutunu bekleyip makinalı tüfeğime sarılmamın anıları kaldı...

8 Kasım 2009 Pazar

5 motosiklet, 2 4x4, 6 köpek ve bir sürü avcı

Ve yine tanıdık son: Domuz Güngör’ün kurşununa rastgeldi! Ne kadar şaşırtıcı, değil mi?..

Bu seferki yazı avcı arkadaşların sevdiği gibi olsun: kısa ve öz. Sabah bir sürü avcı toparlandık, hava güzel, ılıman ve yağmursuz, hedef Çatalşerit’in altları. Gider gitmez hedefin ne kadar doğru olduğu anlaşıldı, her yer iz dolu, irili ufaklı. Ama domuz nerde?! Domuz yok. Köpekler sağda solda aradı, bir ses bile veren olmadı. Hadi toparladık, öte tarafa, Kurtkayası’na doğru olan yamalara saldık köpekleri – bu domuz burdan geçmiş, ya aşağıda ya yukarıda bir yerde olacak... O parçalarda da bol bol iz, yani görüntü var, ses yok. Bir tek son dakikada kovulan bir şey var ama moza mıydı her ne ise kovgun sürmedi.

Yüksek taraflar müthiş rüzgarlı, gürültülü, hem de tavşancılar var, bu sefer istikamet Zübeyde. Kafile halinde inildi, Zübeyde’nin en dik, kuzeye bakan şeridine yayılındı. Köpekler de hemen şeridin batısına salınıverdi. Sanki domuzun üstüne attık, hemen başlamazlar mı domuz kovmaya! Hepimiz şeritte aşağı yıkarı gide gele bir süre köpeklerin oyuncağı gibi koşturduk heyecanla, sanki domuz her an çıkıverecek gibiydi. Sonra bir baktık sesler öteki yakada: Şeridin dibinden, ya da tabandan demeli, geçmişler. (Güngör baştan demişti, bu şeridin altlarından geçer domuz diye, ama ben mesela aşağılara gidenimiz çok olduğu için yukarı kısımda kaldım.)

Bazımız bu aşamada, bu domuz Afyonlunun oraya çıkar deyip yola koşturdu. (Doğrusu benim de aklımdan öyle geçti ama ya dönerse, hep ben gittiğimde geri önceki yerime dönüyor diye düşünerek yerimde kaldım. Bir şey fark etmedi, yine armut topladım ya, neyse.) Köpekler hakikaten o tarafa çıkacakmış gibi gittiler gittiler, sonra bir anda sesler döndü, bizim şeride doğru geldi, ama hep aşağıdan aşağıdan... Ve derinden bir iki el tüfek sesi. Yanımdaki Umut telsizden almış bilgiyi, acı acı gülümseyerek, “Güngör vurmuş, güzel domuzmuş,” dedi. “Yok artık yahu,” dedim, “Nedir bu, başkasına gelmeyecek mi bu domuz?!”

Sonra domuzun vurulduğu yere doğru bir gidiyoruz ki, o şeridin o altları bir dik, bir fena, değil çıkması inmesi bile ıstırap... Vardığımızda dedim, lafımı geri alıyorum, domuz yine burdan geçerse yine Güngör vursun, ben almayayım. Hatta domuzu görmeye gelirken daha üst tarafta Mustafa tırıs tırıs şeridi geçen üç domuz görmüş, çıkarken de köpekler aynı yerde heyecanlandı, ama yine aynı, alt dik şeridin kesilmesi gerek, buna da gönüllü olan yok diye o domuzları unutmak zorunda kaldık.

Oflaya tıksıra yukarı çıkmayı başardığımızda huysuz bir köpek bir diş kaybetmiş, tırsık Kara domuz hakkını kaybetmiş, vurulan iri domuz ise güzel pozlar kaydetmişti. Domuzun gerçekten de Afyonlunun oraya doğru gitmekte olduğu, sonra aklına gelerek “Güngör nerde?” diye sorduğu ve geri şeride, Güngör’ün en baştan beri durduğu kayalığa yöneldiği, iddialar arasında. Burayı da uğurlu kayalık ilan etmek gerek herhalde, birkaç gün önce Zübeyde’nin efesinin vurulduğu yer de hemen bunun altı.

Sonrasında ver elini çeşme, ateş, yemek, çay... Neyse ki yağmur, günün ikinci yarısına kaldı da biz bu güzel sabah avımızı keyifle tamamladık.

Efeleri de vururlar...

Böyle bir efe vurulur da hikayesi yazılmaz mı? Şimdi yazılmazsa, buraya yazılmazsa tarih bir parça eksik kalmaz mı? Demezler mi, yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat diye... 20 senedir bu dağlarda av yapıyorsan ve “Böyle domuz görmedim,” diyorsan hele. Burası avlarını yazdığın blog değil mi? İsteyen istediğini yumurtlasın, dileyen dilediği gibi çarpıtsın: Onca insan görmüşken, kantar da tartmışken yalan yanlış uydurulup konuşulacak diye kaçınacak bir durum yok ki zaten!

Pekala, o gün kalktınız şöyle bir gezmeye Zübeyde’ye gittiniz. Asfalta bakan şeritte, kayaların orda köpekleri saldınız, geçenlerde tilki kovuğuna sardıkları yerde. Senin yeni, girişken köpek Çakır girdi domuzu buldu... Bir süre sonra bir geldi ki yaralı. Daha tutamadan geri gitti, o arada domuz kaymış, yandaki çok dik şeridin hemen altında. Köpek yine domuzun başında sarmaya başlayınca sen yatağa doğru ormana girdin, bir iki sıkı patlattın, önce domuz bir 20 metre kadar çamlara doğru kaydı, sonra Çakır sarmaya devam edince bir arbede, bir hengame, köpekler afkalanıyor... Ne yapacak bu domuz derken bir baktın, aha sana doğru geliyor ormanın içinden. Geldi geldi, tam burnunu ormandan çıkaracakken seni gördü ve olanca cüssesiyle ani bir manevrayla içeri döndü – tam o anda da kıçına üç tane kurşunu yan yana yedi!

Biraz gitti, şeridi asfalta doğru geçti, o arada Çakır geldi sağı solu kan revan içinde, fanilanla telsiz ipiyle köpeğin kan fışkıran bacağını sardın. Enikleri de domuzun ardından ormana gönderdin. Yanlarına bir gittin ki, domuz yerde yıkılmış ama enikleri azılamaya devam ediyor. Kafasına bir kurşun daha sıktın, ölmedi! Bir tane daha sıktın, öldü diye bıraktın... Yeter gayrı dedin, yaralı köpeğinle ilgilenmeye gidip hâlâ ölmemiş domuzun işini bitirmeyi İzzet’e bıraktın.

Köpeği sağ salim veterinere gönderdikten sonra (Çakır'ın sağı solu biraz dikildi, iyi olacak) dönüp nihayet koca domuza alıcı gözle bakmaya fırsatın oldu: İlk dediğin, “Böyle domuz görmedim, ben söylemiş olmayayım ama 180 kilo var,” oldu. Sonra domuzseverlerin merakıyla hayvan kantarda çekilince zaten sana da diyecek bir şey kalmadı. Tamam çok güzel bir şey, gözü olanın gözü çıksın, Allah herkese nasip etsin ama eh be kardeşim, hep mi sana denk gelir bu keratalar?!

Efeleri de vururlar... (5 kasım perşembe avı)


Böyle bir efe vurulur da hikayesi yazılmaz mı? Şimdi yazılmazsa, buraya yazılmazsa tarih bir parça eksik kalmaz mı? Demezler mi, yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat diye... 20 senedir bu dağlarda av yapıyorsan ve “Böyle domuz görmedim,” diyorsan hele. Burası avlarını yazdığın blog değil mi? İsteyen istediğini yumurtlasın, dileyen dilediği gibi çarpıtsın: Onca insan görmüşken, kantar da tartmışken yalan yanlış uydurulup konuşulacak diye kaçınacak bir durum yok ki zaten!



Pekala, o gün kalktınız şöyle bir gezmeye Zübeyde’ye gittiniz. Asfalta bakan şeritte, kayaların orda köpekleri saldınız, geçenlerde tilki kovuğuna sardıkları yerde. Senin yeni, girişken köpek Çakır girdi domuzu buldu... Bir süre sonra bir geldi ki yaralı. Daha tutamadan geri gitti, o arada domuz kaymış, yandaki çok dik şeridin hemen altında. Köpek yine domuzun başında sarmaya başlayınca sen yatağa doğru ormana girdin, bir iki sıkı patlattın, önce domuz bir 20 metre kadar çamlara doğru kaydı, sonra Çakır sarmaya devam edince bir arbede, bir hengame, köpekler afkalanıyor... Ne yapacak bu domuz derken bir baktın, aha sana doğru geliyor ormanın içinden. Geldi geldi, tam burnunu ormandan çıkaracakken seni gördü ve olanca cüssesiyle ani bir manevrayla içeri döndü – tam o anda da kıçına üç tane kurşunu yan yana yedi!



Biraz gitti, şeridi asfalta doğru geçti, o arada Çakır geldi sağı solu kan revan içinde, fanilanla telsiz ipiyle köpeğin kan fışkıran bacağını sardın. Enikleri de domuzun ardından ormana gönderdin. Yanlarına bir gittin ki, domuz yerde yıkılmış ama enikleri azılamaya devam ediyor. Kafasına bir kurşun daha sıktın, ölmedi! Bir tane daha sıktın, öldü diye bıraktın... Yeter gayrı dedin, yaralı köpeğinle ilgilenmeye gidip hâlâ ölmemiş domuzun işini bitirmeyi İzzet’e bıraktın.



Köpeği sağ salim veterinere gönderdikten sonra (Çakır'ın sağı solu biraz dikildi, iyi olacak) dönüp koca domuzla ilgilenmeye devam ettin: İlk dediğin, “Böyle domuz görmedim, ben söylemiş olmayayım ama 180 kilo var,” oldu. Sonra domuzseverlerin merakıyla hayvan kantarda çekilince zaten sana da diyecek bir şey kalmadı. Tamam çok güzel bir şey, gözü olanın gözü çıksın, Allah herkese nasip etsin ama eh be kardeşim, hep mi sana denk gelir bu keratalar?!

kıl payı yırttık, yoksa dağda yağmurdan boğulabilirdik

umutun aşkı ooooooooo





güzel avlar güzel dostlarla olur, buda güzel dostlarla geçen güzel ve unutulmaz bir av günüydü. ALLAH hepimize daha nice avlar yapmayı nasip etsin...




5 Kasım 2009 Perşembe

bu dağların efesi buymuş meğer

zübeyde hanım ormanında bir canavar yaşıyormuş meğersem de bizim haberimiz yokmuş,bütün halde elektronik kantarla çekilerek tartılar bu canavar net 180 kg .yeni aldığım köpeğim çakırı 3 yerinden kötü yaralamasına rağmen buna değdi. ALLAH tüm avcı arkadaşlara böyle canavarlar vurmayı nasip etsin...


z

26 Ekim 2009 Pazartesi

Avcı, avcının kurdudur (24 Ekim Cumartesi)

“Homo homini lupus”, yani “İnsan, insanın kurdudur” bu lafın Latince aslı. Pek de esaslı bir laf, binlerce yıldır geçerliliğini koruduğuna bakılırsa. İşte belki de bu yüzden, yani insan insanın kurdu olduğu için toplum içinde cemiyetler, camialar, sosyal gruplar, spor ortamları, vb daha küçük gruplaşmalar var. Bu camialar herkesin birbirinin kurdu olduğu koca dünyada insanlara yanlarında kardeşleri olduğunu, arkalarına yaslanabileceklerini, kendilerini her fırsatta tepmeyecek, kötü şartlara karşı koruyup kollayacak, eğriyi doğruyu birlikte arayacak insanlar olduğunu yaşatmak için mevcut. Değerleri, zevkleri, ortamları ortak olan bu insanlar kendi camiaları içinde, o camia için var oluyorlar.

Bunlara tipik bir örnek, av camiası. Avcılar, ortak değerlerle var olan insanlar. Ya da en azından, öyle olmalı. Zaten dışardan yeterince tehdit altında olan, hem avcıların doğa sevgisini anlamayan nalıncı keseri “doğasever”ler cephesinden, hem avı rant kapısına çevirmeye çalışan uyanık tacirlerden sürekli darbe alan av camiası, kendi içinde sımsıkı tutunmalı. Avcılar birbirlerini koruyup kollamalı, örnek olmalı, eğitmeli, doğruları paylaşmalı; yasal avı hep birlikte savunmalı, kaçak ava hep birlikte karşı durmalı.

Şimdiye kadar duyduklarımın bir kısmını kulaktan dolmalığa, bir kısmını cehalete verdim, av camiası içindeki polemikleri ve saçmalıkları fazla ciddiye almadım, çoğunlukla kişisel zaaflarla açıkladım... Ancak artık öyle açıklanabilecek, kafa çevrilecek bir durum kalmadığı aşikar. Artık “avcının avcının kurdu” olduğu bir çevrede olduğumuz aşikar!

Göz göre göre, yüzyüze baka baka söylenen yalan vaatler üzerine mevki kazanan, kazandıkları mevkii padişahlık şeklinde kullanan, önderliğe bunca ihtiyaç duyan camiaya örnek olmayı bir an bile aklına getirmeyen, yalnız pozisyonunun getirdiği avantajlardan azami çıkarı sağlamakla meşgul olan kişilerin geçer akçe olduğu bir çevre... Öylesine çıkar sağlamaya odaklanmış ki, “O da avcıdır, o da bu şehirlidir, dağların sahibi mi var ya? Bugün o burda avlanır, yarın ben onun orda avlanırım, hepimiz yasal çerçevelerde av yaptığımız sürece her birimiz ötekini yalnız korumakla yükümlü,” diye aklından bile geçirmeden bir avcı grubunu jandarmaya, o da yetmiyor Milli Parklar’a bastırıyor...

Böyle bir şeyi aklından bile geçirmiyor tabii çünkü böyle bir şey diyemez, çünkü (işte en acıklı kısmı bu!) en başta kendisi yasal çerçevelerde av yapmıyor. Çünkü buralarda “yabancılar” av yapacaksa yalnız onun yasadışı olarak avlandırdığı Amerikalılar, Almanlar olacak. Çünkü bu dağların domuzları ondan sorulur, çünkü bu domuzları o vuracak da cebi şenlenecek, çünkü adamları onu kollayacak da itibarları yükselecek. Çünkü bu dağlarda onun dediği olacak. Destur efendi! Sen kimsin, şah mısın, padişah mısın? Milli Parkları arayan kim, duyduğu her kaçak avı ihbar eden biri mi? Yukarda Allah varken nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz? Kendiniz her fırsatta kaçak avlanırken nasıl başka avcıları ihbar edip, “Doğruyu yaptım” diyebiliyorsunuz? Sokakta nasıl utanmadan gezebiliyorsunuz?

Aslında bunları kelimelere dökmek bile istemiyorum, yazarken kalemim kirleniyor gibi hissediyorum, onların utanç verici davranışlarından ben tiksinti duyuyorum; ama bilmeyenin de bilmesi gerekli. Bundan sonra bu pislikleri, bu hayasızlıkları, bu padişahım çok yaşacılığı ve her türlü yasadışılığı, bilmesi gereken herkes her fırsatta öğrenecek, kimsenin bundan en ufak şüphesi olmasın. Ben mevki sahibi insanların kendilerini ayrıcalıklı varsaymasına, mevkilerini suiistimal etmesine, çevresindekileri aptal yerine koymasına (onların itirazı olmasa bile!) karşıyım. Avdan maddi çıkar sağlanmasına karşıyım. Av ortamının rant kapısı görülmesine karşıyım. Ve özetle, avcının avcının kurdu olduğu bir ortama karşıyım. Bunu teşvik eden herkesin de ipliğinin pazara çıkması için elimden geleni ardıma koymayacağım.

25 Ekim 2009 Pazar

Yavaş başladı, hızlı bitti (Zübeyde / Ekmekçi, 24 Ekim Cumartesi)

Avı aslında köpekler sayesinde yaptığımızı hatırlayarak bugünlerdeki çalışkan köpek ekibimizi tanıtmakla başlayalım işe: Öncelikle Barak’ın enikleri Barut ve Reis, esas ekipten ayrıldılar. Barut tavşancı olarak kendisine yeni bir yol çizerken, Reis de her zamanki heyecanıyla şimdilerde İzzet’in ekibinde domuzculuğuna devam ediyor. Barak’a destek olarak Çakır adlı Muğlalı köpek katıldı aramıza, ki şahane kalın bir sesi var. Bir de Barak’ın yeni yavrularından bir adet yetişmek üzere katılacak yakında domuzcu aileye. Ayrıca Boyacı Ahmet’in köpekleri var, domuzlarını paylaşmaktan hoşlanmayıp cazgırlık yapsalar da pek cevval, hırslı köpekler ikisi de. Reis’in yanı sıra yine İzzet’teki iki barak yavrusu da arada kovguna katılıyor, diyebiliriz herhalde...

Benim anası babası kılıklı, kanı çekmeyesice güre köpeğim Kara’yı da katarsanız bugünün köpek ekibi tamam olur. Çeşitli şartlardan dolayı sabah 10’u geçiyordu ava doğru yola çıktığımızda. Zübeyde’nin yeni şeritlerinden asfalta bakana oturduk, alelacele bir şeyler atıştırırken Ahmet abinin köpekler yanlarına İzzet’inkileri de katarak daha önce açtıkları deliğin başından tilki kovmaya başladı. Onların geri dönmesini bekledik, dönmeyip de en azından sesleri yok olunca Barak’la Çakır salındı. Köpekler şeridin her iki tarafında da arayıp ses vermeyince, aşağı koyun ağılının ordan çok domuz çalıştığı, oralardan salmak gerektiği konuşuldu.

Barak geri gelince Güngör motorla aşağı indi. Çok da ileriden köpeği salacağını söyledi ama bir baktım, şeritten görüyorum aşağı yolda durduğu yeri, Allah Allah... Hemen bir anons gelmesin mi: “Barak yolun altında domuzu buldu!” Meğer motorla giderken Barak sepetten bulmuş domuzu, salar salmaz da başına dikelmiş. Üç parça domuz kalkmış, yukarı şeride. Tesadüfen orda olduğunu iddia eden İzzet atmış ama tıraş. Barak o arada öteki köpeklerle biraraya gelmiş ve hepsi birden kovmaya devam etmişler...

Artık nerden dolandılarsa (ben uzun süre seslerini duymadım – asfalta bakan şerit biraz ölü bir nokta bu açıdan anlaşılan) tekrar yolun altına indiklerinde acil anonsuyla yola, Güngör’ün gözüktüğü civara indim. Ahmet abi ve ben, domuzun güzergahına dikeldik – hatta centilmenlikle ben domuzun geçen hafta geçtiği ve İzzet’in attığı esas noktaya bırakıldım! Ama plan işe yaramadı, domuz bir kez daha bizi tufaya getirdi: Önümüzdeki ufak ormanda (yoksa çamlık mıydı?) muhteşem bir kovgun seslerinin ardından bizim yukarımızdan, adam koymadığımız bir noktadan yukarı ormana geçti.

Yine yukarı, baştaki şeridime gönderildim, şeridin üst kısmında ses bekliyorum ama yok. Bir süre sonra aşağı tarafta bekleyen Ahmet abi de gitti, tek başına ve sessiz kalakaldım... Ne köpek sesi geliyor, ne bizden biri var görünürde. Daha durayım mı diye sormaya da korkuyorum, ne de olsa önezeci durup beklemek zorunda, soru sormak görev tanımı dışında kalıyor(!), ama köpekler de kim bilir alıp başını nerelere gitti? Sormak gerekmiyor mu şimdi, “Başka bir yerde dursam daha faydalı olmam mı?” diye?

Meğer köpekler Zübeyde’den geçmiş, ta Afyonlunun oraya gitmiş, Güngör de orda yolda vuruvermiş domuzu! Ben daha aşağıda domuzun ilk kalktığı yerden köpek sesi geliyor diye heyecanlanayım, bütün köpekler vurulan domuzun başına serilmiş, duyduğum da yalnız ve heyecanlı Reis’in sesiymiş... Neyse, bu ilk zaferimizi kazandıktan sonra domuzumuzu, köpeğimizi, avcılarımızı toplayıp çeşmenin başına gittik; hem köpekler hem biz dinlenip sohbetleşip yiyip içtik.

Gitmek üzere toparlanırken fikri kim ortaya attıysa, epey tereddütlü bir “Baksak mı, bakmasak mı?” düşünmesinin neticesinde beyler Ekmekçi’ye de şöyle bir bakmaya karar verdiler. Bense müthiş av faaliyetleri(!) sebebiyle kulağına ot kaçan gazi Karabobi’mi veterinere götürmek üzere av mahallinden ayrıldım. Meğer o iki arada bir derede hadi bir bakıverelim’in neticesinde bir koca domuz kalkıvermiş, hem de ilk defa Çakır kaldırmış, hem de çeşmenin hemen 100 metre altından... Ve inanmazsınız, bunu da vurmak yine Güngör’e nasip olmuş! Ben anlayamıyorum, arada moralimi bozmuyor da değil: Bu adam en hırslı olup en çok uğraşan, çaba gösteren olduğundan mı ona bu kadar “denk geliyor”, yoksa en çok av seven, en çok isteyen olduğundan mı kısmeti açık?..

İşte az aşağıda, “son 20 günün karışık avları”nda en başta gözüken dalgalı gür saçlı Ekmekçi domuzu, bu hızlı finişte 150 metre gibi bir mesafeden tek kurşunla devrilen arkadaş. Bu finişle birlikte ağır başlayan av gününde hem köpekler, hem biz domuza doymuş olduk. Tadımızı kaçıran, yüzümüzü ekşiten bir olay oldu yalnız bugün, onu da ayrı bir yazıda ele alacağım: Böyle adi vakaların avlarımızla aynı nefeste anılmalarını avcılığa yakıştırmıyorum çünkü.

Domuz kaç, Barak tut! (Kurtkayası, 21 Ekim Çarşamba)

Sezonu açalı epey oldu tabii, ama kalem elimize ancak ulaştı. Hem zaten öteki yazarlar iyice ipe un serdiğinden benim uzun ve şairane(!) anlatımımla idare etmeniz gerekecek! Eh ne yapalım, o kadar şikayet etmeseydiniz geçen sezonlarda...

Bu sezon, geçen seneye kıyasla daha güzel başladı. Havalar ağustostaki ilk av günlerinden başlayarak çok sıcak olmayıp makul geçtiğinden, kısaca ağustosta adam gibi ava başladık diyebiliriz. Gerçi bugünlerde, beklenen yağmurlar hâlâ gelmediği için artık biraz gerginiz: Bir de yağmur boğukluğu gelince hava ne bizim için ne köpekler için ideal av havasını aldı. Ama ümitliyiz, bugün yarın ıslanacak yerler, ormanlarımız sulanacak, serinleyecek, domuzlarımız izlerini bırakacak her yere...

Yine de ilk iki ayda güzel avlar yaptık. Zübeyde’ye yeni açılan şeritler bize yeni bir alan açmış oldu, Zübeyde, Ekmekçi, Kurtkayası arası artık benim bile mekanları çıkartabildiğim ve yolları rahatça bulabildiğim kadar tanıdık oldu, Lümbürdek, Andon Boğazı, Barutçu Gölü, Pamucak Tepeleri bol bol bize evsahibi oldu. Bu sene özleyeceğimiz mekan, ava kapalı olan Eyice tarafı. Benim şahsen özleyip henüz gitmediğim ise Kireççili, Kuruçeşme, Çamlıçeşme civarı. Sırasıyla ve hayırlısıyla inşallah oralarda da olacağız...

21 Ekim Çarşamba sabahı erken saatte çıkıldı dağa. İstikamet,Kurtkayası. Ama dağlar dağ değil, E-5 karayolu sanki bu sabah. Hadi iki grup tavşancı var, tamam, Kömür Ocakları civarı onlarla köpeklerine kalsın ama öteki yüz de baştan aşağı ormancı dolu! Çam seyreltme çalışmaları tam gaz gidiyor, dağın her yeri siter, adamlar ormanın içine adeta site kurmuşlar, pek gitmeye niyetleri yok gibi – hem de en sevdiğimiz av mahallinde...

Belki de bu yüzden domuz hep olduğu yerde yok! Biz şaşkın, Barak şaşkın, köpeklerden tek bir ses yok. Önce kulenin arka yüzüne, sonra kulenin Gümüş dağına bakan tarafına, ardından da Eminlerin damın üstüne saldık köpekleri, en son da “Az kişiyiz, burdan domuz kaldırsa da nasıl yetişiriz?” diyorduk ama çaresizlikten, hiç olmazsa köpek bir kovsa, diyerek radar şeridinin yüzüne saldık. Yok!

Bu arada köpeklerden kastım, Barak önderliğinde yeni köpek Çakır ve benim enik Kara. Çakır’ın yatağından memnun kaldık şimdiye kadar ama kovgunda Barak’ı biraz yalnız bıraktığına şahit olduk. Geçenlerde biraz tereddütlü günler yaşayarak bizi üzen Barak ise (dilimi ısırıp kıçımı kaşıyorum!) neyse ki her zamanki şahane performansına geri döndü. Benim eniğe gelince, şartlar gereği biraz ana kuzusu olması av köpekliğini olumsuz etkilese de çok meraklı ve cesur bir köpek olduğundan, köpekler ararken arkalarından darılara, ormanlara girdiğinden muayyen miktarda umudumuz var kendisi için...

Radar civarından da ses çıkmayınca köpekleri toparladık, “Domuz görmeden yemek yenir mi yahu?” dememize rağmen açlığa dayanamayarak Kurtkayası’na gittik. Dağ çilekleri de olmuş, altlık yaptılar yemeğe. Ateşimizi yaktık, sacayağı olmayışına kızarak çayımızı demledik, şiş olmayışına söylenerek sucukları dallara dizdik... “Hadi kalkmıyor muyuz?” diye ilk ben harekete geçtim hatta. Plan belirlenmişti: Güngör köpekleri Kuşini’ne doğru salacaktı, herkes yerini alacak, ben de iyi bildiğim mevkilerden, daha evvel domuz vurduğum (ve tabii ayrıca kaçırdığım!) son şeritte, şeridi kesen yolda bekleyecektim. Sesin gelişine göre aşağı ya da yukarı yönlenecektim. Plan güzeldi. Epey de uygun gitti.

Yolda volta ata ata heyecanla köpeklerden ses duymayı beklerken, bir süre sonra bir el tüfek sesi geldi. Az sonra bana ulaşan Güngör “20 parça kadar bir domuz kaldırdıklarını, birini vurduğunu, bana doğru köpekli ya da köpeksiz geliyor olacaklarını” söyledi. Heyo! İşte domuzlar nihayet bulundu, hepsi bu taraftaki şamatadan uzaklaşıp oraya, Kuşini’nde kıracın yanındaki pınarlığa yatmış demek. Gelişlerine göre yolun yukarı tarafını uygun buldum; görüş açım daha geniş olsun diye de şeridin karşı tarafında beklemeyi seçtim. Ama kendime beni kamufle edecek bir ağaç, çalı falan da bulamadım – bir hareket başlamıştı sanki karşımdaki ormanda, ben de kabak gibi açıkta dursam da kulak kesildim.

Köpek sesi yoktu, o kesindi. Ama bir çatırtılar geliyor galiba, diye düşünürken “Hadi bu sefer uyanıklık yapıp tüfek yüzümde bekleyeyim,” dedim – ve her şey o saniyede olup bitti: Tüfeği yüzüme kaldırırken tam gözlerimi dikip domuzu beklediğim noktada beliren domuz ve yanında beliren moza hönkürdeyerek ve bağrınarak ormana geri girdiler! Tüfek yüzümde kalakaldım. Sessizce bekledim, aşağıdan bir yerlerden tekrar çıkmayı dener mi diye, çıkmadı tabii uyanık. Şeridin domuzlu tarafına geçtim bu sefer, ilk şeçimimin yanlış olduğunu anlayarak, ve içerdeki çatırtıları dinleyerek epey bir bekledim, ama anlaşılan domuz tekrar şansını denemek yerine pusmayı tercih etti.

Epey bir süre sonra köpekler gelince, sırayla önce domuzun geldiği tarafı, şeride baktığı noktayı, sonra ormandaki rotasını kesip ardından yine kovgunu başlattılar – ama ben artık şansımı kaçırmıştım: Bu sefer geri Kuşini tarafına gittiler cayır cayır, ordan bir süre ses geldiyse de sonra çıt çıkmaz oldu. Kuşini’nden Ekmekçi’ye ve Afyonlunun oralara gidip, epey bir turladıktan sonra köpekler (hem de kovgunundan şüpheli olduğumuz Çakır dahil!) pestilleri çıkmış halde ama görevlerini layıkıyla yapmanın keyfiyle, yüzlerinde birer gülümsemeyle Kurtkayası’na geldiler.

Çok bağrışarak, söylenerek, kızgın kızgın kalkan domuzlardan şanssız gününde olanı, Kurtkayası’ndaki çeşmenin epey ilerisindeki orman içi patikada Güngör’ün kurşununa rast gelmiş. Avın sonunda ta oraya gidilip domuz tetkik edildi, yarıldı, deşildi: Ne de olsa domuzun onca bağrışmasına tırsmayan ve güzel bir kovgun yapan köpekler domuzun en güzel organlarını taze taze mideye indirmeyi fazlasıyla hak etmişlerdi!

2009 av sezonu kapandı

Biz bu blog işini salladık, belki belli oluyordur. Örnek olarak söyleyeyim, bu yazıyı 2009 av sezonu kapandıktan 8 ay sonra yazıyorum. Yazmaya gerek yok tabii bu aşamada ama yazılarda aralık kalmasın diye, sonradan da olsa eklemek faydalı.

Hem 2009 güzel sezon oldu, unutmamak gerek. Her ne kadar şöyle anlı şanlı bir kapanış yapamadıysak da unutulmaz avlar yapılan, unutulmaz kovgunlar yaşanan bir sezondu. Zübeyde ile Kurtkayası arası, Ekmekçi ve Kuşini, karşıda Lümbürdek tepesi, beride Kuyumcu ovası ve ötede Barutçu gölü... Buraları epey dolaştık, arşınladık, Baraklar Barutlar dağların ovaların darıların epey tozunu attırdı.

Bu sezonun bir eksisi, çok sıcakla başlaması oldu: Felaket sıcak bir yazın ardından ağustos sonunda açılan sezonun ilk birkaç haftasında bismillah bile diyemedik, ondan sonra da ta kasım ayına kadar köpeklerin sıcak yüzünden tadı olmadı avda. Ha açıldı, ha açılacak derken ancak o zaman köpekler tam performansına ulaştı – biz de tabii. Eh, o zamandan sonra da zaten üç ayı kalıyor avın. Tam ısınıyorum, hadi, bir dahaki sefere neler yapıcam diyorum, pat sezon kapanıyor...

Neyse, bir kez daha gebe domuzları rahatsız etmeden sezonu sağ salim kapattık. Son haftalarda sadece kovgun dinlemek yetti bize. Köpekler de sağ olsunlar hiç yüzümüzü kara çıkarmadılar, domuzu bulmadıkları, bulduklarını kovmadıkları olmadı. Hatta kendilerini yardırmadılar bile; bu sezon köpek diktirmeye koşturmadık avdan... Diye yazarken tam, misafirimle birlikte gittiğimiz av geldi aklıma, hem Reis hem Barut yarılmıştı da Barak da tırsıp bırakmıştı Çatalşerit’in yanlarında bir yerde domuzu. Ama sanırım bu tek olaydı – o iri tekten de hıncımızı alamadık ya, neyse.

Sezon konularımızdan bir tanesi de benim blog yazılarımın uzunluğu, kısalığı idi. Bir türlü anlatamadım avcı arkadaşlara: İsteyen okur, istemeyen okumaz yahu! Benim yazım böyle, ifadem böyle. Başka türlü yazmak benim için mümkün değil; zaten de ben şahsen yazışımdan memnunum! Blog arkadaşlarımla aynı tarz yazsam ne esprisi olacaktı ki iki ayrı insanın aynı avı anlatmasının?

Bu sene avda sık sık gündemimize gelen konular arasında Hilmi’nin gözlerinin körlüğü ve metraj ölçmekteki başarıları, Mehmet’in av arası ya da sonrası pikniklerimizde pek yememesi(!), illa ki bir gün udunu getirip çalacağı, Levent’in “yığdığı” domuzlar, Umut’un Emin’le yaptığı “kuzeybatıdaki büyük çama doğru gelme” muhabbeti ve Güngör’ün elinden artık tüfeği almak gerektiği vardı... Ha, benim her fırsatta aslan gibi 4x4 arabayı bir karışlık çamur bulup saplamayı becermemi de unutmamak lazım!

Ama araba saplamayı bir kenara bırakırsak, avda kendimi epey geliştirdiğimi söyleyebiliriz: Yolları, yönleri tanıyıp çıkartabiliyor, iz ve patika görüyor, ilk kez av yaptığım bir noktada domuzun güzergahını kestirebiliyorum, daha neler... Köpeklerin seslerini takip ediyor, kendi başıma gidişat hakkında kararlar alabiliyorum... Özetle, başlangıçtakinden çok daha kendime yeterli olduğumdan dolayı avdan daha da zevk alıyorum.

İşte bu sezonu sağ salim kapattık, darısı gelecek sezonun başına!

6 Şubat 2009 Cuma

18 ocak 2009 avının devamı




mehmet savaşer,hilmi uyaroğlu, mehmet ipor


31 Ocak 2009 Cumartesi

Bu da kısa sevenlere...

Dağa çıktık, köpekleri saldık, ses verdiler, kovdular, biz koştuk, domuz kaçtı, sonra vurduk (ya da vuramadık). Güzel avdı.

27 Ocak 2009 Salı

Dördüncüsü benim olsun! (18 ocak 2009 pazar)







Bölüm 1:
Uzun olduğu kadar zevkli, zevkli olduğu kadar unutulmaz bir av gününün bizi beklediğini bilmiyorduk. Biz her zamanki sakin av günlerimizden biri daha diye çıktıydık yola. Bugünün başlangıç olarak hoşluğu, (ilki yola çok erken çıkmamamızdı ya, ikincisi diyelim) biraz farklı bir yerlere gitmemizdi – en azından benim için. Lümbürdek’te hiç sürek avı yapmamıştım (benim kitleme hitap ediyorum: evet, gülebilirsiniz ama buranın ismi gerçekten Lümbürdek!), yaptığım bir, iki gece bekinde de buranın ne tarafa düştüğünü bile zor çıkarırdım... Sanırım zirvelerdeki son birkaç avda rüzgardan ve soğuktan iflahımız kesildiğinden bu kez reisimiz daha etekte olan bu alanı seçmişti.

Bu avda, son haftaların başarılı dört ayaklı takımı Barak, Barut ve Reis’e katılan ekip Güngör, Hilmi, Mehmet abi ve ben. Kalktık gittik Güngör’ün domuz yatıyor dediği tepenin arkasına. Tarlanın bir yanına ben, bir yanına Mehmet abi. Hilmi benden aşağıya doğru yamaçta. Güngör de köpekleri alıp arka taraftan bahsettiği tepeye yanaşacak – öyle sık bir ormanmış ki orası, Güngör’ün geri pantalonsuz çıkacağı iddia ediliyor... Benim bir yanım tarla ve zeytinlik, öte yanım yamaç, yamaçtaki Hilmi’nin tepesinden aşağıdaki düzlük gözüküyor. Karşı tepeden gelirse domuz zeytinliğin içinden geçermiş. Gelişini görmek istiyorsam yamaç tarafında durmalıymışım, ama atacağımda usulca tarla tarafına yanaşmam gerekmiş. Bir de, Hilmi domuza kurşun atarsa ne olur ne olmaz yamaç tarafındaki kayalıktan aşağıyı kesecekmişim, domuz devam ederse ordan ben de şansımı deneyebilirmişim. Güzel.

Köpekler tepeye doğru gitti, kısa bir süre ses seda yok. O arada ben tarla tarafında ve kayalık tarafında yerler belirliyorum kendime, gidip geliyorum falan. Yeni huyum bu, çok da işe yarıyor doğrusu: saha araştırması. Domuz nerden gelebilir, nereye devam edebilir, gelişi nerden görülür, köpekleri uzaktan görür müyüm, en iyi nasıl ses duyarım... Böylece domuz gerçekten geldiğinde nerde ne yapacağımı daha iyi biliyorum. Neyse, ses gelmiyordu, ben de sağı solu kolaçan ediyordum. Bir anda köpekler çok yakında ses vermeye başladı, Allah Allah, nerden nereye gidiyorlar? Güngör’ün sesi de çok yakından geliyor, domuz kalktı mı kalkmadı mı, kalktıysa bu ne tantana, kalkmadıysa köpekler niye ses veriyor... Bir süre bu şamata yaygara, Güngör bağırır köpekler bağırır, ben ne olur ne olmaz tarla kenarındaki yerimde göz ve kulak kesilmiş olarak tüfek göğsümde beklerim, sonra Hilmi’nin telsizinden, ta aşağıdan, Güngör’ün canhıraş bağırtısı: “Hilmi koş dereye iniyor, Hilmi!”

Bunun üzerine artık konunun benimle ilgisi kalmadığını anlayarak heyecanı bıraktım ve yamaca, Hilmi’nin tepesine bir koşturdum ki: Hilmi’nin artık yapacağı bir şey yok çünkü domuz ta aşağıda düzlükte, tel örgünün yanından kaptırmış yel olmuş gidiyor, ona paralel olarak da bir köpek, hayır iki köpek, pek yakınından çılgınca sararak koşturuyor. Ama düzlüğün sonu gelince işin rengi değişti: Köpekler meğersem tel örgünün içinde değil miymiş! Orda domuzla yolları ayrıldı mı mecburen! Tel örgü sona erip de karşısına yamaç gelince domuz sola mı gitsem, sağa mı diye bir an düşündü, sonra sağ taraftaki iki arabaya doğru gitti, yoldan tepenin arkasına doğru yok oldu. Tel örgünün içinde Barut’la hapis kalan Barak kendini ne kadar tellere atarsa atsın çıkmayı başaramazken, az sonra domuzun izinden gelen Reis kaptı kokuyu gitti ardından...

Bize de koca domuzu uzaktan seyreyleyip yutkunmak kaldı! Tel örgünün yanına inip köpekleri toparlar ve Reis’in dönmesini beklerken şunlar ortaya çıktı: Köpekler iz sürüp sürüp, gelip meğersem tam Hilmi’nin 20 metre önünden kaldırmışlar domuzu! Domuz bir tur atmış, sonra bize çıkacağına aşağı vurmuş. Güngör’ün sesi kayalıkların, derelerin oyunundan bize müthiş yakın ve tepeden gelirken, meğer kendisi epey uzağımızda, domuzun kalktığı yerin tam aksi yönündeymiş – ki domuz ona kulak verse tam Hilmi’ye çıkması gerekti. Belki Hilmi’den gelen telsiz sesinden ona (yani önezeye) doğru gitmeyip aşağı inmiş, belki kokusunu aldığından, kim bilir. Tam altımızdaki evin sahibi sol tarafa doğru bahçede çalışmaktaydı, o yüzden de aslında o tarafa gitmesi gerekirken dönüp sağa, tel örgüye doğru gitmiş. Hatta Hilmi kendi kendine demiş, “Eyvah eve girecek şimdi!”

Neyse işte Lümbürdek’in domuzu eve girmeyip, arabalara da binmeyip koşmaya devam ederken, Reis biraz tel örgünün orda beklendi, sonra biraz da tepede. Domuzun düzlükten sonra gideceği yere (Kızılgöl) yetişmeye çalışmanın anlamı yokmuş, o yüzden derdimiz köpeği toparlamak. Hayırdır inşallah, deli Reis de pek ısrarla kovmadı domuzu ve çok geçmeden tepeden çıngırtısı geldi, böylece domuzun da uzaklara nerden geçip gittiği anlaşıldı. Köpekler tamam olunca bu tepede işimiz bitti dedik ve geçtik karşıya, Ekmekçi Tepesi, Zübeyde, Hayıtlık mevkiine.

Bölüm 2:
Buraya yemin billah ilk defa geliyorum, bir kez yeni açılan yolu görmek için tur atmak dışında – ki onda da (sezon başında) yol tam açılmadığından mecburen geri dönmüştük. Ve ilk kez geldiğim bir yer olarak ben bile bunu söylüyorsam inanın: Burası sağı solu ortada, yolu deresi virajı belli, domuz patikaları görülür, vs neticede gayet kolay anlaşılır bir mevkii. Bundan dolayı son derece mutluyum. Tabii yerlerin isimlerini, domuz çıkış noktalarını falan hiç bilmediğimden devamlı sorularımla arkadaşları baymak zorundayım ama bundan başka bir sorunumuz yok!

Çanak gibi bir yer. Domuzun yatabileceği yer aşağı dere(ler) veya karşı tepe. Biz çanağın etrafını kestik, Hilmi de karşıya geçti, Ekmekçi tepesine, Güngör bizim çanağın kenarından (yeni öğrendiğim ismiyle Hayıtlık mevkii) köpekleri salacak, Hilmi de karşıdan sürek yapacak domuz çanaktan bize çıksın diye. Peki, güzel plan, ama bir yerde aksadı: Köpekler aşağıda domuz bulamadılar! Bunun yerine kokuyla ara ara ses vererek bizim kestiğimiz yola çıkıp arkamıza geçtiler – galiba bu bir yanlışlıktı, çünkü “Zübeyde’ye girerlerse mahvolduk, akşama kadar çıkmazlar” gibi laflar edildi. Neyse ki bu yanlışlık lehimize işledi: Zübeyde’ye doğru inerlerken hem Barak’la Barut bir domuz kaldırdı, hem de Reis ufacık bir orman parçasından bir domuz kaldırdı.

Bu sefer de yeni açılan yola dizildik hemen, aşağıdan başka gidiş yolları yoktu, o yolu atlayıp yukarı, Kurtkayası’na gitmek isteyeceklerdi besbelli. Ve bu planlarında da başarılı oldular maalesef: Kestiğimiz yolu atlamayı başardılar, bize de yeni bağlantı yolundan yukarı Kule tarafına uçmak kaldı. Baktık köpeklerin sesi Kule’nin arka tarafından geliyor, ordaki iki çukuru kestik: Ben ikinci yeri bulamayacağım için birinci yere bırakıldım, Güngör son noktaya gitti. Çok heyecanlı birkaç dakika geçti, daha fazla değil: Kovgun sesi hemen yaklaştı, ben sağı solu fazla da kolaçan etme fırsatı bulamadan münasip bir yere soteleniverdim, köpekler bir anda hemen altımda belirdiler, domuzun çatırtısı bile geldi – artık tüfek yüzümde bekliyorum, parmağım tetikte... Ama 10 metre altımdaki sesler, bana çıkmadan uzaklaşa uzaklaşa gitmez mi!

Ah dedim Güngör, alacağın olsun, “gel bili bili” yaptın domuza, değil mi... Bir dakika geçti, geçmedi ki tek el tüfek sesi geldi ve manzarayı artık tecrübemle anladım: Domuz Güngör’e rastlamıştı. Önümdeki tepe şeritçiği tırmanıverince yolun kıyısında yatan güzel domuzu ve tepesindeki mutlu köpekleri gördüm: Domuz pek büyük değildi ama ciddi güzeldi. Belki de bu yüzden çıplak elle dokunduğum ilk domuz olma şerefine erdi kerata, arabaya çekerken mecburen bir ucundan tuttuğumdan. Kendi kaldırdığı domuzu bırakıp ötekilere takılan Reis biraz arkadan geldi ama domuzun bire bir tam izinden gelmesiyle takdir edildi ve arabanın kasasında diğerlerine eklendi, biz de güzel domuzumuzla birlikte orijinal av mahallimize geri döndük.

Ne güzel bir sürpriz: Bizi beklerken ateş yakmışlar, yemek yeri seçmişler, hem de yeni yapılan yolun hemen altında, ordaki taşlarla masalar oturaklar falan yapılmış! Doğal şişlerimizle kızartılan sucuklar, peynir dilimleri, zeytin çeşitleri taş masamızı zenginleştirirken, biz de karnımızı doyurduk, çayımızı içtik, pazar rehavetinden sıyrılıp aramıza katılan Mehmet ve köpeklerini karşıladık. Herkes, ben dahil, ava devam etmek için heyecan içinde olunca çay faslı fazla uzamadı (aslında Güngör’e kalsa birer bardak çayı doğrudan ağzımıza döküp ava devam etmeliyiz ya her zaman, neyse ki aramızda boğazına düşkün arkadaşlar var da ben de ağır ağır keyfimle çay içme imkanı buluyorum arada!) – ama ava başlamamız, yanıma “yolluk” çay almama da engel olamadı tabii.

Bölüm 3:
Elimde çay fincanım, aldım yerimi: Sabahki kestiğimiz Hayıtlık mevkiinde, derenin bir yanı benim. Benim altımda virajda Hilmi var, onun pozisyonunu çok net görebiliyorum; üst tarafta da Mehmet abi. Güngör’le Mehmet köpekleri sabah Hilmi’nin sürek yapmaya durduğu Ekmekçi tepesinden saldılar... Bazen ne kadar uzun sürüyor her şey, bekle bekle bitmiyor, oysa bu kez ne kadar çabuk oldu olay: Köpeklerin domuzu kaldırması, coşkuyla önce aşağı dereye sonra yukarı sürmesi, bana doğru gelir mi acaba diye heyecanlanacak fırsat bile bulamadan domuzu kabak gibi görmem ve nefesimi tutarak “ip çekmece” dedikleri şekilde Hilmi’ye çıkmasını izlemem... Hilmi yolun kenarında, kuru ağacın oraya gizlenir durumda hazır, domuz açıklıktan tırmandı tırmandı, yola atladı ve pat, geçiverdi! Vallahi de billahi de geçti. Tabii iki el tüfek patladı arada ama artık geç mi patladı, ne olduysa domuz gözümüzün içine baka baka geçti...

Avcıyla domuz arasında neler geçtiğini yalnız o ikisi bilir, kabul ama Hilmi kardeşim darılmasın, ağlamak istedim o domuz geçtiğinde! Uzaktakine öyle gözüküyor ki böyle kolay bir pozisyonda kaçırmak mümkün değil – eh ama demek mümkünmüş ki geçti işte. Bu şoku atlatıp hayata, ava devam etmek gerek! Hem iki köpek domuzun arkasından devam ediyor bile kovmaya, daldılar arkasından tepedeki ormana. Kendisinin de şaşkınlık içinde olduğu benim bulunduğum mesafeden bile anlaşılan Hilmi, domuzun ardından içeri ormana girdi – sonradan duyuyorum ki oralarda az evvelki avı olmasa da yatakta bir domuz vurmuş.

Biz ne yapalım? Az yukardaki Mehmet abiyi de alıp yeni yolun başına gidiyoruz, köpeklerin tırmandığı karşımızdaki tepeden ses dinlemeye. Allah Allah, Barak niye tek başına sarıyor? Bir türlü çözemedim işi, eniklerle birliktelerdi halbuki, iki arada bir derede nasıl ayrıştılar? Ses önce yukardan gelip gelip sonra altımıza iniyor, bu arada sürek noktasından geri dönen ve Barak’ın dilinden en iyi anlayan Güngör de görüntüde beliriyor, ara yoldan Barak’ın sardığı yere doğru iniyor sessizce. Domuz da sıkı dayanıyor Barak’a!

Mehmet işaret dili bilse belki orda haklanıverecek domuz; Güngör ona “Yanıma gel, iki yandan yattığı yeri çevirelim de vuralım!” demiş çünkü ama o anlamamış nedense... Neyse, Barak’a dayanan domuz sahibine dayanamadı ve bir, iki sıkıya kalktı, benle Mehmet abiye doğru çıkabilecekken yanladı ve daha önce kestiğimiz yerlere koşmamız gerektiği anlaşıldı. Pekala, gittik, büyükçe bir derenin iki yanında gibiyiz, ama bekle bekle Barak bir türlü yok ortada, ses yok – daha doğrusu başka her türlü ses var, zeytin çırpma sesi, ev köpeği sesi, zeytin saran insan sesi falan ama bizim köpeklerin sesi yok!

Biraz durgunluk oldu, diğerleri de yok meydanda, avın keyifli kısmı bitti mi ne diye geçerken içimden... Barak’ın sesi yolun altında, damın civarında belirdi. Mehmet oraya domuzu kaldırmaya gönderildi. Ben aşağıya zeytinliğe, eniklerin ayrı olarak Zübeyde tarafından buraya doğru kovduğu domuzu karşıdan gözlemeye gönderildim. Mehmet domuzu kaldırmaktansa yatakta vurmaya niyetlenmiş. Ben yolu karıştırıp dere içine çıkıvermişim. Mehmet’ten kayan bir başka domuz olmuş, Mehmet tıraşlayınca önümden Güngör’e çıkmış. Ben orada ne arıyormuşum...

Neyse, olur böyle vakalar. Bu domuzcuk da iki kurşunla takla oluverince ortalık tekrar sakinleşti, karşıdan beklenen enikler ve domuzları gelmedi, bir süre tekrar sükunet... Ve Barak yolun üstünde, koca kayanın oralarda domuza sarmaya başlamaz mı tekrar! Meğer Mehmet kaldırınca domuz biraz geri giderek yoldan (bizim kesmediğimiz bir yerden) yukarı atlamış ve üstümüzde devam edermiş. Domuz ısrarla dayanıyor, Barak kalın sesiyle ve yatağa havlama temposuyla bağırıyor, ben tamamen karıştım ve bu hangi domuz diye çözmeye çalışıyorum... Avdan sonra toparladığım bilgiye göre efendim, Hilmi’nin attığı (ve evet, savunduğu gibi hafif de olsa yaraladığı), Barak’ın Zübeyde’nin tepesinden getirmeye çalıştığı, Güngör’ün ite kaka kaç defa kaldırdığı hep bu aynı domuzmuş! Yaralı olduğu için kaçmaya çok da meraklı değilmiş. O kadar kesin bir şekilde dayanıyor ki, asla kalkmayacağına eminim kendi çapımda.

Barak’ın çağrısına Mehmet abi daha fazla dayanamadı ve dere içinden sese doğru çıktı, ama domuzun hafif hafif kayması üzerine bir şey yapamadı. Bu ilerleme haberinin gelmesiyle bu sefer de Güngör dayanamadı, madem yukarı çıkıyor bir bakalım bakalım dedi... Avcılığım tuttu diyelim, havaya girdim diyelim, ben de kalktım domuz peşinden koşmaya hazır vaziyette gittim onunla. Sabahki gibi bir tur yapacakken Kule’ye doğru, Son Şerit’in dibinde bir ormanlıkta durduk: Barak orda sarıyor, hep aynı şevkle, domuzumuz bir kez daha orda dayanmış.

Beni şeridin dibinde bıraktı, “Tırman,” dedi. Ben şeridin ortalarına tırmanırken Güngör de yukarı doğru gitti, domuzu sürmeye çalışıyor. Ama domuzda inadım inat, kalkmaz. Sıkılar patlıyor, naralar atılıyor, Barak bıkmadan usanmadan sarmaya devam ediyor, Allahım orman yıkılıyor, domuzun umuru değil! Ben şeridin ortalarından gözümü dikmişim o orman parçasına bakarak bu tantanayı dinliyorum, etrafı da yeterince kestim, gelebileceği patikaları, nereden hem aşağı hem yukarı görüş açımın iyi olacağını falan belirledim. Ama bekle bekle sıkıldım biraz doğrusu, güneş battı batıyor, “Aman ayıp mayıp değil artık, Güngör yatakta vursa da gitsek artık,” dedim içimden!

Tam o sırada domuz dayandığı yerin hemen altından yoldan atladı. Ben yukardan görüyorum, sakince telefon açtım, nedense sanki av bitmiş gibi algılayarak, “Aşağı yoldan atladı,” dedim. Güngör’ün “Koş!” demesiyle uyandım: Daha yakalayabileceğimiz yerler var domuzu, niye bitsin ki av? Bunu fark etmemle aşağı yuvarlanmam bir oldu, yola indiğim anda kafayı kaldırdım ki altımdaki incirlikten domuz ve Barak geçiyorlar, ben de yoldan fırladım aynı istikamette gidiyorum.

O saniyelerde işte şimdiye kadar sorduğum ve yanıtlayanları zaman zaman sıkan onca sorumun cevaplarını değerlendirerek hareket ettim: Bu domuz altımda, benle paralel ilerliyor. Bir yerden çıkacak. Ben sessiz ilerlersem her an çıkabilir, buraların tamamı çıkmak isteyebileceği yerler gibi gözüküyor. Hem dayansa da yanına girilebilir. Falan filan. Yani özetle: Domuz bizimdir, bizim kalacak! Koşuyorum, koşuyorum, Barak’ın sesi altımda, gözüm hep az ilerimde, çıktı çıkacak, tam umudu kesiyorum önüme geçtiler, kaçırdım diye, domuz az bir şey dayanıyor, tekrar aşka gelip koşuyorum... Nihayet en keskin virajda, Çatalşerit’in hemen altındaki bağlantıymış burası, çıktı kerata. Durdu, ben yavaşça durdum, kıçı bana dönük, hızla nişan alıp attım – a a, şimdiye kadar benim tüfek patlayınca kaçan bir domuz görürdüm, bu yerinde duruyor!! Devrilmeyip de olduğu gibi durunca emin olamadım, tekrar attım, bu kez çıktığı dereye yuvarlandı ve ben de gönlümden kopup gelen zafer çığlıklarını koyverdim.

Hemen dibinden gelen Barak da benim kadar mutlu – olmasın mı, hayvan öğlen yemeğinden beri dört bir yanda dere tepe bu domuzu kovuyor. Güngör yetişti, elinde Mehmet’in Barak, meğer o da ormandaymış da pek ses vermiyormuş korkudan, domuz vurulunca hak iddia etmeye gelmiş... Dereye indik, bağrınan domuzu susturmak için bir, iki sıkı daha harcadık, tam vedalaşacaktık ki Güngör demez mi, bu büyük, yakışıklı bir domuz, bunu yukarı çıkartalım, resim çekelim. Kimle çıkartıcan yukarı? Senle. Kaç kilo bu domuz? 65-70 var. (Bu da içi boş halinin tahmini, yani nerden baksan bütün hali 80 kilo.) Ama ben 20 kiloyu zor çekiyorum, hem burdan ta yukarı, dallar taşlar yol kapalı... Yok, vazgeçiremedim, domuz yukarı çekildi. Ben yaklaşık bir kilometre yürüyüp arabayı getirdim. O bacaklar, kollar, kalpler kesti. Resimler çektik. Hava kararıyordu, resimler gece avı gibi çıktı. Gece de olduğum yerde uyuyakaldım. İşte her şeyiyle o avın yorgunluğu da ancak çıktı da yazımız ancak böyle rötarla sizlerin hizmetine sunuldu...

Sonuç bölümü:
Tam bir sene önce deve güreşlerinin olduğu gün yaptığımız av geliyor aklıma. İlk kez domuz önüme çıktı, ilk kez domuza kurşun attım. O gün de çok hevesliydim, her şeyi bırakmış hep beraber çay demlemeye geçmişken köpeklerin ses vermesiyle tüfeğimi kapmış, Eyice’de yol boyunca koşturup durmuştum. Güngör’ün o domuzu bana vurdurmak için tüm çabasına rağmen şaşkınlıktan ve tecrübesizlikten ıskalamıştım, o da (önce domuzu gördüğümüz ve onun “At!” dediği anda ateş etmediğim için şaşırmış, sonra sakinleşerek) bana “gösterdiğim çabanın bile önemli olduğunu” söylemişti.

Bir de bugün yaptığım avı düşünüyorum, gösterdiğim çabayı: Kendi başıma yapılması gereken her şeyi yaptım, ha, şansım da yaver gitti, domuzu vurdum. Nasıl kendi başıma onca çaba gösterdim diye merak ediyorum: Sabahtan beri bir sürü domuz gördüğümüzden olabilir, bir sürü domuz vurulduğundan olabilir, her avda, her önezede verilen kısa ve net talimatı uygulamakla fazla bir ilerleme kaydetmediğimi hissetmemden olabilir... Her ne ise, bu benim “uyandığım” av oldu. Kendi kulaklarıma, kendi tahminlerime, kendi bilgime, kendi kurşunuma güvenerek hareket edebileceğimi, edersem daha daha iyi olacağını anladığım. Kendi başıma hareket ettiğim ölçüde avdan zevk aldığımı anladığım!

Son olarak da ne hikmetse şimdiye kadarki bütün domuzlarımı Hilmi’yle paylaştığımı not etmek isterim: Geçen sezon Kartal’da deli domuzu yan yana vurmuştuk, Arvalya’da Çamurlu Tarla mıydı, ikincisini kaçırdığımız domuzun ilkine birlikte attık, geçenlerde vurduğum domuz Hilmi’nindi ama o farkında değildi, ve şimdi de onun yaraladığı domuzu öldürmek bana düştü! Tamam avcı arkadaşım, eksik olmayın sizden ufak tefek bir şeyler öğrendim artık, domuzlarını benle paylaşmak zorunda değilsin :PP

12 Ocak 2009 Pazartesi

Hamza, aramızda! (7 Ocak Çarşamba)





Rüzgarlı bir gün. Ama ne de olsa av günü! Hem şunun şurasında birkaç haftamız kalmış av yapacak, bir çarşamba avımızı pas geçecek halimiz yok. Yok ama bende de hal yok, ne 7’de dağda olacak, ne bütün gün talimat üzerine ordan oraya koşacak, biraz soğuk almış gibiyim. Bu durumda ben de bir orta yol kotardım: Avın pikniğine katılıp, soğuğunu almadan ateş başında muhabbetini yapmak! Zaten hemen üzerimde, Kule, Beşyol civarında yapılacak av, bir uğramasam ayıp yani...

Bu karar üzerine öğle vakti gelince Kule tarafına bir gittim ki, ben Güngör’le Umut’u beklerken bir de Hamza karşımda! Hamza’yı henüz tanımıyor olabilirsiniz ama işte burada, resimlerde kendisi poz poz. Bizimkilerin sabah avı imiş Hamza. Biz çay demler, kahvaltı ederken arabanın yanından bize dikmiş gözlerini, uzatmış burnunu pis pis bakıyor, iyi mi... Dedim nerdendir bu Hamza, kimlerdendir? “Süreyya!” dedi Güngör, “Barut’la Reis!” Ha, Süreyya’nın misafir olarak ava katıldığı gün Barut’la Reis’i yaran domuz! Demek o azılının iki ayı daha varmış yaşayacak.

O gün, kasım ortalarıydı galiba, ben ne güzel Çatalşerit’te ayağıma gelecek domuzu bekliyordum. Süreyya ilk kez ava çıktığından ancak arabada bekleyerek içi rahat edebilmişti. Köpekler Kule’den bu tarafa doğru kovuyordu, bana epey yaklaşmışlardı da, her an domuzun çatırtısı gelecek diye kulak kesilmiştim: Hem de arkadaşımın yanında domuz mu vuracaktım ne!.. Heyhat, domuz yerine önce bir yaralı Reis geldi tıpış tıpış, melul melul ayağıma, sonra bir haykırmanın ardından Barut toparlandı ormandan. Güngör bir hışımla biricik Barak’ının peşinden ormana girerken, Süreyya ile bana da diğer köpekleri teslim etti.

Bu arada arabada zaten benim iki köpeğim var, eksik olmasınlar(!) misafirle birlikte gezmeye gitmek olsun diye evden Kule’ye dere tepe, dağ taş 10 kilometre peşimizden koşup, sonra da kasaya eklenmişlerdi. Barut onların yanına kasaya binerken daha fena yarılmış olan Reis şapşalı arka koltukta istirahate alınmıştı: Arada gözleri kayıyor, bayılacak gibi oluyor, sonra toparlıyordu ama pek de bekleyecek hali yoktu, o yüzden domuzdan öç alma sahnesini terk edip mecburen Selçuk’a, veterinere indiydik aceleyle. Her neyse, diyeceğim, domuz o domuz! O gün enikler yarıldıktan sonra Barak da domuzun fevrinden bıktığından av kısa sürede bırakılmış, intikam alınamamıştı. İşte Hamza şimdi, o gün çekinmeden eniklere taktığı o koca azılarıyla karşımda!

Peki dedim, nedir Hamza’nın hikayesi, ne yaptı, nasıl yaptı? Bir yandan ateş yakılırken, su kaynarken, azıklar sofraya yayılırken, domuz kafası bizlere gözlerini dikmiş bakadururken, başladılar anlatmaya: Neşeli bir günmüş. Umut gelmiş adadan. Yeni arabanın da heyecanıyla, bakalım nerelere tırmanacak, ne engeller aşacak diyerekten atmışlar köpekleri arabaya, ver elini Kurtkayası. Av mahalline vardıklarında Çatalşerit’in sol ayağından aşağı inen yakışıklı bir iz bulmuşlar önce, takip etmişler, yaylıma girmişmiş. Köpekleri orda mı salsak, burda mı salsak derken çıkarıvermiş köpekleri elinden.

Köpekler ormana girmiş ki, ah orda olmak için neler vermezdik her birimiz, ortalık bir karışmış! Hemen bir yaygara, hemen bir kovgun başlamaz mı! Zaten ola ola iki kişi olan avcılarımız daha yoldayken, domuz şeridi geçmez mi... Av tarihinin en şevkli, en gözünü budaktan sakınmayan avcılarından olan Umut canhıraş şekilde şeride koşmuş ama biraz geç tabii: Her hırslı avcıyı çıldırtan şey bir kez daha olmuş; domuz şeridi geçivermiş.

Çaylarımızı dolduruyoruz, Hamza’nın bakışları hâlâ üstümüzde. Güngör devam ediyor anlatmaya, avın esas heyecanlı kısmından: “Umut’u oralarda bırakıp Beşyol’a çıktım, köpekleri duymaya çalışıyoruz ama rüzgardan dolayı çok zor. Arabayla Kule’nin altındaki, Gelincik Deresi’ne giden yola gittim ki aşağıda derenin içinden moza bağırtısı gelmiyor mi! Köpekler koca mozayı tutmuşlar bağırtıyorlar. Umut’a hemen köpeklerin yerini tarif ettim, ben arabayla dere içine gitmeye çalışırken o da şeritten daha hızlı oraya yetişir diye.

“Köpeklerin mozayı bağırttığı yere geldim, bu sefer de Barak’ın yatak sesi gelir gibi oldu! Allah Allah, inanamadım, emin olamadım, bu arada yukardan Umut belirdi, ona anons ettim inip mozayı kurtarsın köpeklerden diye. Umut az aşağı inip de mozayı yolun kenarında cansız görünce, manzara ortaya çıktı: Mozayı halleden köpekler hemen orda bir yatak bulmuş, şimdi de o domuza sarıyorlardı!

“Derenin içindeki yoldayım, aldım tüfeğimi, köpeklerin hemen altındayım, Umut yukardan sürek yapacak – bir bağrınmaya başladı barım barım, bu bağrışa kalkmayan domuzun alnını karışlarım zaten. Domuz da kalktı nitekim, ama 100 metre sonra tekrar dayandı... Umut yine delirdi, fişekler patlıyor ardı ardına, orman yıkılıyor, domuz mecburen yürüdü tekrar.

“Derenin içinden Halka yüzüne doğru hareketlendi, ben de yukarı ona doğru koşuyorum, heyecan dorukta ve o anda domuzla yüz yüze kaldık! (Koşan avla koşan avcı, ne komik aslında.) Bana nasıl kızdı, hhhrrrööökktttsss diye feci sesler çıkartarak bir fren yaptı... Tüfeği yüzüme aldım, bir attım, çöktü ama hemen kalktı, tekrar attım, tekrar çöktü ve kalktı, yolun kenarına çarptı geri yolun ortasında geldi, tekrar attım ve nihayet yolun ortasında kaldı. Hırsla ardından gelen köpekler üstüne atladı, bu arada Umut telsizde çıldırıyor “Reis ne oldu?” diye. “Domuz artık yaşamıyor,” dediğimde, dağlar sevinç naralarıyla yankılanmaya başladı. Süreğin bu kadar hakkını veren avcının bu naralar da hakkı tabii, Hamza’nın trofesiyle, upuzun azılarıyla masasını onurlandırmak da!”