2 Mart 2008 Pazar

ne olur son bir kez daha oynayalım!..(24 şubat 2008)

yenilen pehlivan güreşe doymazmış ya, vuramayan avcı da sürekli av derdinde! birkaç hafta önceki son avımda öyle güzel bir pozisyonda, öyle şahane bir fırsatım oldu ki, belki de çuvalladığımı unut(tur)ma isteğiyle, buraya yaz(a)madım bile... sonra bir seyahat, seyahatten koşar adım dönerek sezonun son gününe yetişme, o gün de aksilikler neticesi ava çıkamama, ve sonrasında da hüzünle av sezonunu -şimdilik- uğurlama...

yine kuru çeşme tarafına gitmiştik. barak epey bir süre isteksiz dolanmıştı, bir derdi mi var nedir diye meraklandık, biraz sinirlendik. ses vermemesi bir yana, ormana girmesiyle çıkması bir oluyor, hemen güngör’ün yanına dönüyor, kuyruklar sallanıyor falan. ordan girdiler, burdan çıktılar, bir ses yok. kuru çeşme, çamlı çeşme, direkler... en son bir deneme için direklerin aşağısına indik, tabii mevkinin tam ismini unuttum. güzel bir yamaçta, ormanın üstünde kayalara yerleştik, barak da çıngır çıngır geziyor önümüzde. en azından aramaya başladı diye mutluyuz. yanımızdaki kayalıktan geçti, aha işte karşımızdaki parçaya doğru gidiyor dedik. sonra –her zamanki gibi- bir anda olaylar döndü, kısa bir süre ize ses veren barak hemencecik domuzun başında sarmaya başladı...

avın bu anları tam bir duygu karmaşası oluyor bende: tam rehavet çökmüş, fiziksel olmasa da ruhsal olarak, “tamam anlaşılan yok buralarda domuz, birazdan kalkar, şu tarafta çayımızı demleriz,” diye düşünürken cup diye olayın tam kalbine düşüveriyoruz ya... tüfekler kapılıyor, dolduruluyor, kalpler hızla atmaya, kulaklar olabildiğince açılmaya başlıyor, oraya çık, burdan in, ses şurdan gelirse böyle yap... güngör barak’ın peşinden karşı yamaca doğru uçarken ben de ormanın üstündeki güzel yerimde heyecan içinde durupduruyorum.

bir süre sonra karşıda güngör’ü, ormana girdiği noktayı, barak’ın sardığı bölgeyi takip edebiliyorum. birkaç sıkı patlıyor. barak’ın sesi ilerlerken onu görebilir miyim diye ormana bakıyorum ve işte orda kocaman bir domuz koşarak geliyor, bana doğru! güngör uzakta, karşı yamaçta domuzun kalktığı tarafta kaldı. bana “orda dur, şurda dur, bu taraftan gelir, şu çalının ardından çıkar” diyecek kimse yok! kaldım bir başıma, evet avantajlı bir yerde ama tam ne yapacağımı, ne tarafa yanaşacağımı da bilmeden. domuz önce aşağıdan arka tarafa doğru geçiyor, işaretler ve seslenmelerle ben de o tarafa doğru geçiyorum. bu arada tek başıma köpek ve domuz sesi takip etmek zorunda olduğum için endişe içindeyim, nerden gelip nereye gittiğini anlayamayacağım, domuzu olmayacak yerden geçireceğim, herkes de bana “yuh” diyecek diye.

yönlendirildiğim arka tarafta ses falan yok, ben mi duyamıyorum diye uzun uzun dinliyorum, vallahi her yere sessizlik hakim. bir süre sonra baştaki yerime dönüyorum ve yine ormana yakın, tüfeğim elimde, kulağım seste endişeyle bekliyorum. endişem avcı arkadaşlara karşı mahcup olmamak için, bu kadar çabalıyorlar bana domuz vurdurmaya, ben yüzüme gözüme bulaştırmasam bari... barak’ın sesi aşağıdan yaklaşıyor, çamlı çeşme tarafından geri yukarı tırmanıyorlar anlaşılan. güngör hâlâ karşı yamaçta ve beni görüyor, biraz aşağı, şimdi sağa, falan yerleştiriyor, bu da yetmiyor şifreli el hareketleriyle bir şeyler anlatıyor (biraz aşağı gidersem barak başında sarıyormuş, kayanın dibinde domuzu görecekmişim, gibi bir şeymiş el hareketlerinin açılımı!), bunu anlamadığım için de yanlış bir yerde miyim acaba diye kafam karışıyor...

o sırada barak sağ alttan bana doğru tırmanıyor, ve evet çatırtılar da geliyor, domuz gerçekten de geliyor, nerden çıkacak, doğru yerde miyim, falan derken domuz fırladı tam önümden bana doğru, aramızdaki çalının içine. artık nişan aldım mı, yoksa öyle kafadan alelacele tetiği mi çektim, nasıl olduysa attım bir kurşun ve ıskalamayı başardım. (oysa bir yarım saniye dursam!) tabii bunun üzerine domuz biraz rotayı yana çevirip tam gaz koşmaya başladı, ben tekrar tetiği, arpacığı falan bulana kadar ancak kuyruğu kalmıştı görünürde, ve arkasında barak, tepelere doğru fırladı gitti...

böylece gitti kucağıma koşan kocaman domuzu, hem de yakın mesafeden, hem de tek başıma vurma şansım. her şey benim tarafımdaydı. hem acayip şanslıymışım, domuzun çamlı çeşmeye inip ordan geri buraya çıkması mucizeymiş, bu domuz bana gelmek istemiş tıpış tıpış... tabii fena halde bozuldum kendime ama belki dişidir, belki gebedir de kurtulması daha hayırlı olmuştur diye kendimi avuttum. bu çuvallamadan aldığım dersler de oldu, öncelikle tek başıma beklemenin sonucu kendime, kulaklarıma bir parça daha güvenmeyi öğrendim, domuz yaklaşırken tüfek yüzümde beklemeyi, gördüğüm anda atmam gerekmediğini, bir saniye, iki saniye sakinleşmek, nişan almak, yakınlaşmak için beklersem daha iyi olacağını. belki bir yarı otomatik alırsam daha iyi olacağını! kafamdan defalarla tekrar oynattım aynı sahneyi, son oynatışlarımdaysa artık domuz ormandan bana doğru fırlarken tüfek yüzümdeydi, bir iki saniye koşmasını bekleyip öyle nişan alıyordum ve sakince iki kere tetiği çekiyor, domuzu da sakince alaşağı ediyordum... artık bu kadar psikolojik talimden sonra bir dahaki seferlere benden kurtulacak domuza helal olsun! :))

Hiç yorum yok: