15 Şubat 2010 Pazartesi

Av dediğin böyle olmalı (14 Şubat Pazar)


Sevgililer Günü’nün güzelliği midir, Çin yeni yılına girişin özelliği midir, yoksa avın son haftasının bereketi midir... Sezonun en güzel avı, katılanlar için tabii, bugün oldu. Tüm köpekler domuz sürdü, tüm avcılar domuz gördü, sürülen tüm domuzlar vuruldu, herkes sıkılar patlattı, köpeklerin hepsi doydu – hem kovmasına, hem yemesine.

Gün Umut’un sunduğu kalpli çikolatalarla başladı: “Sevgililer Günü şerefine domuzla çok özel pozlar vereceğim!” diye haykırıyordu Umut, Serkan’la birlikte çeşme başına geldiklerinde. İzzet öte yandan, Güngör beri yandan, herkes toplandı, hedef Sinandede. Köpek ekibi elimizde sağ kalanlar yani Barak, Kara ve İzzet’in Çakır (ki Tilki diye hitap edince de yadırgamıyor). Belevi tepesinin Zübeyde yüzüne, zirveye yakın bir yere çıktı sürekçiler İzzet ve Güngör köpeklerle. Biz de Sinandede’ye her zamanki gibi dizildik: Bugünlük topallayan ben yola çınarların altına, yani derenin gelişine, Seko ve Umut yukarı yola.


Burayı kesmek için sayımız azdı aslında, o yüzden çok da umutlu değildim doğrusu. Daha önce çok daha kalabalık önezeyle çok domuz geçirmiştik yani. Biraz bekledik, bekledik. Bugün için özellikle “iri tek” arayışındaydık, amaç iz bulup ordan salmaktı köpekleri, o yüzden acele etmedik... Bir süre sonra önezenin karşısındaki tepenin en tepesindeki zeytinlikten köpeklerin sesi fırladı: Barak’ın sesi Kara’nın ciyaklamasına karışır şekilde. Ama nasıl olur: Köpeklerin sesi geldikten saniyeler sonra önezede tüfek patladı!


Telsizim olmadığından anlam veremediğim bu gibi şeyleri sonraya bırakıyorum. Sıkı sesinin üstünden az geçti, hazırım, yerimdeyim, zaten öyleydim: Dereden yola çıkan bir ana patika var, en çok çalışmış olan, orda hazıroldaydım. Dereden bir tek çatırtı gelince, köpeklerin sesi daha ta derenin yukarsında, önezenin üst ucundayken, tüfeği elime alıp gözümü patikaya diktim. Nitekim az sonra hafif bir çıtırtıyla ordan burnunu gösterdi domuz – ama yavaş, yaralı: Hemen yola çıktı, bir attım tökezledi, bir daha attım yuvarlandı.


Tüfeği yüzüme aldım gidiyor diye ama yolda daireler çizerek debelenince bıraktım: Kara’nın önünde hiç domuz vurulmamıştı, bu son anlarını görmesi gerekti. Ama domuzumuz son bir hamleyle kendini yukarı ormana atmaz mı! E tamam orda kalacak elbette, zaten de yaralıydı karın boşluğundan. Köpekler hemen geldi, üçü birden hışımla girdiler ormana ve sarmaya ve dalmaya devam ettiler. Domuz ise direniyor! Ayağım hele de ormana girmeye hiç müsait değil, ama domuz kalkıp gidecek diye korkuyorum, kırk yılın başı domuz vurmuşuz, gitmesine göz yumacak halim yok ya...


Seke seke girdim ormana, ben gittikçe başında köpeklerle domuz sürüne sürüne ilerliyor, göremiyorum hiçbirini, önezedeki arkadaşların yetişmesi tek umudum... Derken Umut bitiverdi yanımda yolda, ben gel ormana gir de şunun işini bitir derken domuz tekrar yola inmiş bile. Orda bir kurşun, yine debelenme devam ediyor, boynuna bir kurşun daha, nihayet takla! Meğer domuz karşımıza köpeklerle çok aralı gelmiş, ama Umutlar telsizle haberdar olduklarından bekliyorlarmış, karşıdan zeytinliklerden fişek gibi geçerek ip çekmece Umut’a çıkarken izlemişler... Umut tek kurşun atıp yaralayınca domuz dereye inip kendini bana doğru atmış.

2. av:


Elde var 1! Avda pek sık olmaz ama bu sefer her şey hesaplandığı gibi gelişti: Köpekler beklenen yerde domuzu buldu, istendiği yöne sürdü, domuz iki noktada da tam önezeye çıktı ve nihayet kaldı. Bu hızlı ilk avın ardından, öneze yapılan yolda bir tek iz olduğu anlaşıldı. Bu sefer İzzet köpekleri alıp yoldan inerek domuzun geldiği taraftaki orman parçalarını aratmaya başladı. Ben aynı noktada beklerken ötekiler yine yolda, benle yüzyüze durdular. Epey zaman geçti, arada yürüyüşçüler geçti, onlar doğasever bizler cani(!) olduğumuz için sopalarımızı (yani tüfeklerimizi) saklamamız icap etti, İzzet bize bakan yüzü bitirip iyice arka yüzde ilerledi, ben ötekilerin yanına eklendim, hatta Barak geri geldi. Biz de umudu keserek tüfekleri falan bir kenara koyduk.


İzzet telsizden, köpeklerin bir şey kovduğunu ama tilki de olabileceğini söylediğinde o yüzden fazla heyecanlanmadık. İzzet’in köpeklerinin tilkiye zaafı var zaten, olmasa da çamurdan yaratıp kovuyorlar diye Güngör dalga geçiyor hep, yanında da maksat kovmak olsun diyen Kara var, yani kim bilir?.. İzzet daha ne kovulduğunu anlayamadan, Umut, “Yahu çatırtıyı duymuyor musunuz?” dedi, abooo, karşıya bir baktık ki yukardan bir domuz kopmuş geliyor!


Herkes atladı tüfeklere, tüfekler yüzlerde, konuşup itişiyoruz da heyecanla ama domuz bizden hiç tınmadan ip çekmece üstümüze geliyor, dereye inmesini ancak bekledik ve tam inişi bittiği anda tan, tan: Umut’un ateşiyle domuz tökezledi, Serkan da attı, ve domuz ufacık bir çalıda kaldı... (Ben de tüfek yüzümde domuzu kesiyordum, tökezleyince bari bu sefer Umut’un domuzuna müdahale etmiyim diye durdum. Güngör ise tam atacakken kulak tozunda Seko’nun tüfek patlayınca yamulmuş.) Vay be, helal olsun Umut, diye tebrikler gelirken a a a, meret tekrar ayaklandı yukarı yukarı gidiyor!


O andan itibaren aynı mahalde daha evvelki “atış serbest” anımızı çağrıştıran bir sahne yaşandı: Dört avcı, yukarı doğru çoğunluk zeytinlikten çıkan bacağı kırık bir domuza 10-15 kurşun attık, hem de vuramadık, iyi mi!.. Hemen İzzet’e bir anons, domuz yaralı geri geliyor, dikkat. Köpekler domuz görüşümüzden yok olduktan sonra geldi, önce Çakır sonra Kara, hem de sessiz olarak. Arabada çatlayan Barak da o zaman salındı, hemen izden takip etmeye başladı. Güngör aşağı inip yamaçtan İzzet’e doğru ilerledi, köpekler karmaşık bir şeyler yaptı, az sonra hepsi koptu gitti yok oldu...


Bir süre sonra anons üzerine gittik ta Belevi tepesine varan ormanı kestik, domuz daha ilerlerse oraya çıkacak diye, derken iki el tüfek sesi geldi. Güngör ormanda, köpekler başında sararken (Çakır’la başka avcıların köpekleri, Kara herhalde öteki köpekler yüzünden daha sonra gelmiş) domuzu haklamış. Güzel domuzmuş, Umut’un atışıyla ön bacağı kırılmış, ondan çeşmenin üstlerinde tek çamın civarında dayanmış. Bu arada ortadan kaybolan, hatta olacak iş değil, vurulan domuzun yanına bile gelmeyen Barak bir süre sonra ta nerelerden, ne işler çevirdiği anlaşılmadan geri geldi. Bu köpeklerin tasmalarına ufak gizli kameralardan takmak lazım vallahi, insan bazen meraktan çatlıyor...


İki başarılı av, herkesin domuz görmesi, çoğunluğun atması, köpeklerin hepsinin şevkle kovması neticesinde güzel bir yemeği hak ettik. Zaten de serbest atış sonucunda kurşunumuz kalmadığından ava bitti gözüyle bakıyoruz: Domuz avında şansı olan kişi bir günde 2-3 kurşun atar, nerden bilelim onar kurşun atmak gerekeceğini?! Zübeyde’nin arka yüzüne yayıldık, çamların altında bir otlukta yemeğimizi yedik, çayımızı demledik... Herkes o kadar memnun, o kadar rahatlamış durumda ki avda ilk kez demliğimizi bitirmeyi başardık, hatta üzerine de çekirdek çitledik.


3. av:


Sonra Güngör, hemen üstümüzdeki ormanı arayacağını söyledi. Elimizde kalan kurşunları toparlayıp ikişer üçer paylaştık. Köpeklerle Güngör, bizi hemen iki dakikada yürüdüğümüz noktalara bıraktı ve çıktı. Az sonra yine Barak’ın sesi, hemen yanında Kara’nınki (Tilki Çakır biraz sessiz, İzzet “Benimkinin de biraz çenesi düşse ya,” diyor), ormandan çıkıyor, bize doğru mu, evet ama döndü, hem biraz aralıklı sesler, sonra yine bize, zeytinliğe doğru gelirken... yukarı dönüyor ve uzaklaşıyor. Arabaların orda buluşuyoruz, niye böyle tereddütlü kovuyorlar derken kovmadıklarını, henüz izden gittiklerini anlıyorum. Son zamanlarda hep köpekleri domuzun üstüne attığımız, yani izden gitme durumu pek yaşamadığımız için bu ihtimali unutmuştum! Güngör’ün, “Er geç Zübeyde’ye gidecek bu hayvan,” demesiyle o tarafa yönleniyoruz.


Ben Zübeyde’nin dik şeridinin altından seke zıplaya yukarı tırmanıyorum, nasılsa henüz köpek sesi gelmiyor. Yukardaki koca kayadan, bir de altında birkaç patikadan geçiyor domuz. Epey yavaş çıkıp yerleşiyorum ama hala bir kovgun falan yok, Güngör de duymuyor köpek sesi, kimseden bir tüyo yok. Bir süre orda durduktan sonra, hadi Zübeyde’nin zirvesine çıkalım, belki ordan ses duyulur, diye komut alınca iniyorum. Zirveye çıkıyoruz ki Güngör söylenmeye başlıyor, hedef Barak: Az evvel saldığım yerde şimdi domuzu buldu, demin ne halt ediyordu, şu bu... Tepe şeritte diziliyoruz, aşağı kayaya kimse inmek istemiyor (valla kimseyi suçlayamam, inmesi 15 dakika, çıkması yarım saat, oraya gittin mi başka yere yetişmeyi falan unut!), ama neticede domuz ta aşağıdan, benim az evvel zar zor tırmanıp beklediğim yerden geçiyor...


Önce önümüzde kovgun, sonra ses nereye gitti derken arkamızda asfalt yüzünde ortaya çıktı, orda bir iki tur, çoğunluk yalnız Barak’ın sesi geliyorken sadece bu noktada Kara’nın ciyaklaması da eklendi, sonra yine aşağıdan Afyonlu tarafına geçildi. Cayır cayır Barak önde, motorla İzzet arkada Afyonlu tarafına gidince, şeritte geri kalanlar da saçmaları doldurup kuş avına soyundu. Tabii Umut ormana fosforlu şapkasıyla girince o iş de yalan oldu! Bir de kovgun dönmeden evvel İzzet köpeğin yerini tesbit için patikadan ormana girdiğinde mozalar görmüş mü... Kaldırmak için taş atmış, onlar da yukardan şeride fırlamışlar, birine Umut birine Serkan atmış mı... Birer ufak karavana da böylece. Bir de Umut tüfeği doldururken şakırtıdan hemen altında mozaların anasını kaldırmış mı... Bizim şerit pek hareketli!


Kovguna dönelim: “Domuz Sinandede’ye dönüyor,” anonsunu alınca Güngör bir ateş olsun! Ben de yanına takılıverdim, arabayla yemek yediğimiz düzlüğe doğru fırladık, ama epey bir yol... Artık ahbap çavuşluk moduna geçmiş olan Umut’la Seko’yu arkamızda bıraktık. Doğrudan arıcılara geliyor dedi İzzet, benim arıcılarla ve bu düzlüklerle daha önce hiç tecrübem olmamış. Ama köpeğin sesi net buraya doğru geliyor. Şeftalilikle düz tarla arasında, gürün yanında in dedi reis, burda mı diye bir şaşkınlıktan sonra atladım, o yola doğru devam. Atlar atlamaz da karşımda domuzu gördüm: Zeytinlikten yola paralel geliyor kapkara yakışıklı bir şey, köpek sesi ardından, dümdüz koşuyor – bu arada Güngör arabayla altından geçti, sonra fark edip dönüp geri geldi – Güngör domuzla şimdi aynı yönde ilerliyor, domuz aşağı yönlendi, ben adım adım takip ediyorum, Güngör ilerliyor, domuz iniyor, yahu arabayla çarpacak...


Derken domuz indi, araba durdu, ben bir gürün üstüne, bir altına koşuyorum: Şeftaliye mi girecek, tarlaya mı? Tam ortadaki yol ayrımına indi çünkü. Derken Güngör’den bir kurşun sesi, ve domuz tam gaz şeftalinin içinde gözüküyor. Ama tabii yoldan tarafta değil, şeftaliyi çapraz geçecek şekilde ilerlemekte: Ayağı falan unutup fırlıyorum şeftalinin içinde domuzun gittiği yere doğru, bir yandan da herhalde beni görmeyen Güngör bağırıyor, “Koş şeftaliden geçiyor!” Bir noktada karar vermem gerek: Ya daha yakına koşup koşmaktan titrer halde atıcam ya da mesafeli durup adamakıllı nişan alarak. İkinciyi seçiyorum, yeter yahu diyorum, ben acemi avcı değilim, amma domuz geçirdim bu sezon, bu sicili temizlemem gerek: Durdum, soluk aldım, koşan hayvanı bir an takip ettim, domuzla karşı karşıyayken ilk kez arpacıkla birleştim ve takla!


Domuz tek kurşunla burnu üstüne yıkılıyor, kalkacak mı diye bir an duruyorum ama hiç niyeti yok, birkaç saniye can çekişip ben yanına varmaya bile kalmadan ruhunu teslim ediyor. Bu noktada artık keyif çığlıklarımı tutamıyorum: Avı zaferle bitirmeye katkıda bulunmanın zevki gibisi yok! Şeftalilik çığlıklarımla dolarken Barak’la Tilki yetişiyor, artık domuz parçalayacak halleri bile kalmamış – hayatlarından memnunlar ama hani bunu da didiklemeyelim artık, der gibiler. Kara da az sonra izden, kokudan geliyor domuzun yanına, o da mutlu, nasıl olmasın: Bir günde önündeki üç domuz vuruldu, hayvanın hayatına bambaşka bir renk geldi! Küçük bir vahşi hayvan gibi aralardan dolanıp kanları, yaraları yalıyor, kurbanını ufaktan didikliyor. Artık insan korkusu da, yabancı köpek korkusu da domuz heyecanının yanında yavaştan yok oluyor.


Güngör arabayla domuzun altından giderken, yukarda bıraktığımız yerde domuzu gözetleme görevi üstlenen ahbap çavuşlar meğersem telsizi yerlermiş, “Reis domuz 50 metre üstündeee” “Reis 20 metre kaldıııı” “Çarpıcan Reis!!” Bunun üzerine Güngör bir de arabadan atlayıp boş tüfeğine cebinden fişek doldurup, öyle yapmış tek atışını. Şeftaliye girdikten sonra almış domuz sırtındaki kurşunu, ama zaten bitik haldeymiş, önce yolda durup bakmış bir arabaya falan... Benim kurşun da tam boynuna gelince, bu yakışıklı kara domuzun daha fazla yaşama sebebi kalmamış.


Resimler çekildi, köpekler mükafatlandırıldı, gelen giden avcılarla av anısı paylaşıldı, koca azılar güzel bir trofe yapmak üzere alındı, tam da hava kararmak üzereyken bu mükemmel av günü sona erdi. Her şey bu kadar mı güzel olur, hava, ekip, köpekler, yemek, domuzlar, kovgun, mekanlar, görme, atma, vurma, zamanlama... Herkes bu kadar mı keyifli ayrılabilir bir avdan. Netice özet olarak: 1. Umut yaraladı, Candan vurdu. 2. Umut yaraladı, Güngör vurdu. 3. Güngör yaraladı, Candan vurdu. Ama zaten avın bizim için atmak ve vurmaktan çok öte bir şey olduğunu ancak yaşayan, aramıza katılan bilir.


Kızılderililer avladıkları hayvana onlarla aynı doğayı paylaştığı için, bedenini kendilerine sunduğu için teşekkür ederlermiş. Kalabalıkta, acelede, maddenin, hırsın etrafında anlaşılmaz pek, ya da unutulur: Evrenin mutluluk kadar, şükran kadar takdir ettiği başka bir duygu yoktur. Doğayla böyle bütünleşmemize, bu kadar ruhumuzu besleyen, bu kadar bizi mutlu eden bir faaliyet yapmamıza mazeret olan domuzlara bizim ne kadar şükrettiğimizi bilen var mı acaba?



Hiç yorum yok: