27 Şubat 2010 Cumartesi

Handon Boğazı’nda final: Domuzla sıcak temas! (20 Şubat Cumartesi)



Sanırım her hafta yaptığımızın, en azından yapmaya çalıştığımızın adı “sıcak temas” ama bu seferki benim şahsen şimdiye kadar yaptığım temasların en yakını ve en sıcağı oldu!


Çok mutlu olduğumuz son avımızdan sonra aslında hiç ava çıkmasak mı diye de düşünmüştüm, bizi tatmin edecek bir av yaşanır mı ki diye... Ama sezonun son iki gününü heder etmeyelim, ne çıkarsa bahtımıza dedik ve cumartesi sabahı toparlanıp seçtiğimiz av mahalline doğru yola çıktık. Cıvaşır Burnu’nu dolanıp Handon Boğazı’na geldik, nereleri keseceğimizi gördükten sonra köpekleri tepeye bırakmaya götürdük. Güngör’le Ahmet abi köpeklerle inerken İzzet, Umut, Seko ve ben tüm burnu ve boğazın girişini görecek şekilde sıralandık.


Handon Boğazı avının en güzel yanı, av mahallinin yerleşimi sayesinde herkesin görüş açısının çok geniş olması. Köpeklerin nerde aradığı, nerden domuz kaldırdığı, sürekçinin gezişi, domuzun patikaları, önezedekiler çoğunlukla görüş dahilinde kalıyor. Zaten mekan güzel, kaynak var, beklenen alan zeytinlik üstü, yerler papatya, her yer su... Mutluyuz yani, ama ben daha evvel burda domuz görmediğimden ne olacak, nerden nereye gidecek, merak içindeyim. Bir de tam domuz patikası üstündeki iki ayrı zeytinlikte çalışanlar var ve ateş yakılıyor, oralardan geçer mi yoksa yolu iyice değiştirir mi diye şüpheliyim...


Köpekler bir süre tepenin etrafında dolanıp aradı, sonra tepeye yakın batı yüzünden domuzu kaldırdılar. Kovgun geliyor, gidiyor, nereye gitti köpeklerin sesi derken aşağıdan bir tüfek sesi geldi. Allah Allah, ardından köpekler gelmedi? Sonra bir tüfek sesi daha aynı yerden, sonra yukardan aralıklı üç kurşun sesi daha... Köpek sesleri de kayboldu. Ben durumu çözmeye çalışırken Güngör aradı: “Önündeki sıra kayalara bak, İzzet’in yaraladığı domuz az sonra ordan çıkacak, yukardan İzzet de geliyor, o domuzu halledin...” “Geldi mi?” Aa, geldi vallahi, tam karşı dağın yamacındaki patikadan koşarak bana doğru, daha doğrusu İzzet’in ilk kestiği yukarı noktaya doğru geliyor naklen yayında!


O sırada İzzet geldi, motordan inip domuzun varmış olması gereken noktaya doğru iniyor. Ben domuzu orda, yukarda varsayarken birden önümdeki derenin çalılarında haşırtılar duyup sallanan ağaçlar görünce buraya indiğini anlıyorum. İzzet’e işaretler, o sessizce domuza doğru inmeye çalışır, ben gözümü çalıya dikmişim, köpeksizlikten istifade pustu diyorum... Domuz her an fırlayıverecekmiş gibi heyecanlıyım, ama hareket yok. Nitekim az sonra Çakır gelip de çalılıkta ses vermeyince, dere yukarı Umut’a doğru devam edince domuzun bizi atlattığı anlaşılıyor. Hatta dere yukarı kayıp Umut’un hemen yanından yukarı atladığı ve boğazın derinliklerine doğru devam ettiği...


Olaylar şöyle gelişmiş: Köpekler domuzu kaldırınca ortalık karışmış, Seko aşağıda baraj denilen noktada köpeksiz gelen iki ayrı domuza atmış, biri sizlere ömür, ötekisi yaralı. Yukarda ise Çakır’ın kovduğu domuz Güngör’ün kurşunuyla buluşmuş. İzzet yine köpeksiz bir domuzla karşılaşarak iki kurşunla yaralamış, ki Çakır’la birlikte onun peşinden koşmaktayız. Öteki köpekler ne yapıyor, hiçbir fikrimiz yok.


Biraraya gelip bunları mütalaa ettikten sonra “Peki ama Çakır şimdi nerde?” sorusu geldi: Boğazın yukarsını bir dinledik ki, köpeğin en sevimli “başında sarma” sesi geliyor. Güngör yine ateş oldu fırladı tabii. Ben sakatlığı hala tam geçmemiş ayağımla, dere tepe dağ taş gitsem mi diye biraz tereddüt ettim, ne de olsa ilk varan domuzu halleder, diğerlerine yutkunmak düşer, boşuna tırmanmış olurum bu ayakla. Sonra dedim belki Güngör biraz oyalar biz gelene kadar, yatakta yaralı domuz görürüm falan... Elimden geldiğince hızlı çıktım dere yatağından yukarı, nasılsa Çakır’ın sesi sabit geliyor.


Yaklaşınca Çakır’ın havlamalarıyla çalılıkta domuzun tepişmeleri birbirine karıştı. Çalılık görüş alanıma girince, domuz kalkıp da bu tarafa çıkar mı diye bir durdum elimde hazırolda tüfekle, Güngör neşeyle gel diye seslenince ilerledim. Onun yanına bir gittim ki, gayet sakin, kelimenin tam anlamıyla “takılıyor”, tüfeği yerde, domuza arkasını dönüyor falan, bana da “Şöyle buyur,” der gibi koluyla işaret etti, “Bak bak burda,” diye. Şimdi, işin bundan sonraki birkaç saniyelik kısmı epey eğlenceli oldu:


Ben patikadan –hiç olmazsa tüfeğim elimde ve parmağım tetikte olarak!– Güngör’ün bak dediği yere doğru birkaç adım attım, domuz açık bir çalılığın arasında burnu bana dönük yatıyor yanı üstünde ve körük gibi soluyor, tamamıyla pasifize edilmiş bir hali var (ki zaten Güngör’ün seslenmesi ve hareketleri de bu havada), ve aramız 3 – 4 metre. Birkaç saniye içinde art arda, önce ben domuza doğru eğilip gözlerine bakarak, “Ah yazık!” diyorum içtenlikle, Güngör “Dikkat et yanaşma o kadar bak dalar,” diyor, ve a a a, domuz bir anda ayakta ve önümde beliriyor, bayağı bana dalıyor yani!


Neyse ki dediğim gibi, sahibi değilse de en azından tüfek hazır: İnsiyaki bir hareketle tüfeği doğrultup tetiği çekiyorum, domuz bir an sendeleyip bana doğru devam ediyor, şaşkınlık nidası çıkartarak namluyu daha da burnuna yöneltip tetiği yine çekiyorum ve ayaklarımın dibine devriliyor namussuz. Ben de kendimi geri atarak kaykıldığım çalıdan şaşkınlık içinde kalkıyorum... Bu arada Güngör, kendini yere atmış tepinerek gülmekte! Efendim ben nasıl “Ah yaazıııık!” demişim de, o anda domuz dalmış da, yüzümdeki ifade ne hale gelmiş de. Eh, olacak o kadar ifade değişikliği, ilk defa domuzla sıcak temas halini yaşadım...


Ben ne bileyim, zavallı bir köpek yavrusu gibi yanı üstünde yatan hayvanın, hem de ben ona acımaktayken, bana hiç acımadan dalıvereceğini! Böyle dalacak bir durumdayken yanındaki avcının tüfeğini bırakıp muhabbete girişeceğini! Hepsi tecrübe tabii. Güngör’ün kahkahalarına koşan İzzet olayın tekrarlanmasını kameraya kaydederken Umut da hikayeyi dinlemeye yetişti. Meğer domuzun yatağına asla aşağıdan yanaşılmazmış. Öyle gözlerine bakarak burnunun dibine zaten hiç yanaşılmazmış. Ne kadar işi bitmiş de olsa illa ki dalma hamlesi yapabilirmiş. Öyle bitap yatmasına asla kanmamalıymış... Epey gülüp şaşkınlığımla eğlendikten sonra ilk kez domuzla sıcak temas yaşamanın, ilk kez yatağa girip (mecburen!) domuz vurmanın keyfiyle özgün av mahallimize dönüyoruz.


Bu kez herkes ve köpekler toplandıktan sonra Seko’nun yaraladığı domuzu bulalım dedik, öyle yaralı kalmasın... Barajın orda bir, iki köpekle izini tutmaya çalıştık, çıkmadı. Kanlar izlendi, olmadı. Bu arada Umut bar bar bağırıyor, “Uğraşmayın arkadaşlar yok öyle bir domuz!” “İzzet abi bırak dinlemeyin bunu, yaralı domuz falan yok!” “Hadi baba oyalanmayalım gidelim!” Seko tüfeği yemek üzere, domuz hakikaten çıkmıyor ortaya. Öteki köpekler de arama ekibine ekleniyor mecburen – ve bir anda, koşun koşun sesleri: Yaralı domuz aranırken, esas aradığımız iri tek ortaya çıkmaz mı!


Bir arbede, ufacık ormancık, her yanında bir avcı tüfek yüzünde, domuzun fazla şansı yok zaten, domuz kalkar kalkmaz daha nereye gitti diyemeden iki el tüfek patladı ve bir zafer çığlığı. Hem yaralı domuzunu bulamayan, hem de Umut’un kızdırmasıyla iyice bilenen Seko iri teki, ormanın yukarsından ufak ufak uzamaya çalışırken koltuğundan devirivermiş. Böylece yazıldı mı Seko hanesine bir günde 3 domuz! Skorla ilgilenen yok zaten aramızda, güzel olan herkesin domuz görmesi, vurması, izlemesi...


Bu güzel, bir çoğu beklenmedik heyecanlardan sonra, Kuşadası’na transfer olduk. Meğer orda da bir büyük domuz varmış, ufak bir ormanda, limana doğru! Şaka bir yana, adanın merkezine inen tepeden bahsediyoruz. Müthiş bir zeytinliğin içinde müthiş bir yemek molası verildi önce, tarihi değirmen taşları, zeytinyağı küpleri ve presler arasında, deniz manzarasında. Sonra ufak orman kesilip köpeklere aratıldı ama nafile: Bizim büyük domuz bir süre buralarda gezinmiş, güzel izler bırakmış, patikalar yaratmış ama biz gelmeden önceki günlerde terk-i diyar eylemiş. Biz yine anlaşılan güzel avımızı sabah faslında, 4 + 1 ile yapmış, bir kenara koymuşuz: Biz ermişiz muradımıza, siz buyrun kerevetine...


Hiç yorum yok: