10 Şubat 2008 Pazar

acemi avcılık iyi iş vallahi! (9 şubat 2008)


baştan söyleyeyim: acemi avcılığa daha uzun bir süre devam etmeyi düşünüyorum! böylece en avantajlı noktalar bana bırakılıyor, en kebap atışları ben yapıyorum... ve yine böyle bir şanslı konumlandırma sonucu bugün yine bir domuz vurdum. tamam, öldüren atış(lar) benim değildi, ben sadece arka bacağını kaşıdım aslında, ama valla güngör’ün yalancısıyım, ilk vuran ben olduğum için bana yazılıyormuş bu domuz :))

gerçekten şanslı olduğumu inkar edemem: sene başından beri belki 5-6 ava çıktım, biri hariç hepsinde domuzu gördüm ve attım. ama şunu da hesap etmeyi unutmayın arkadaşlar: ben en aşağı üç senedir tanıdığım herkese yalvarıyorum beni de ava çıkarın diye, yani bu aslında bir buçuk aylık av değil üç senelik av olarak hesaplanmalı! şimdi nihayet usta avcı arkadaşlar beni himayelerine alıp adam gibi av öğretmeye başlayalı beri de herkes bir açıldı, av davetleri yağıyor her yandan. şaka bir yana, burda baştan ve toptan olarak, şimdiye kadar yaptığım ve allahın izniyle ilerde yapacağım tüm avlar için, bana emek veren, dil döken, domuzun, köpeğin, avcının, havanın, rüzgarın, şeridin, yolun, izin, sesin vb avla ilgili tüm etkenlerin dilini öğretmek için çabalayan avcı arkadaşlara canı gönülden teşekkürler ederim.

bugün diğerlerinden biraz daha farklı, biraz zorlayıcı bir gündü. alışmıştık günlük güneşlik havalarda keyif çatarak, montlarımızı çıkartarak av yapmaya. dün akşam, av müjdesini aldıktan sonra hava durumuna bir baktım ki felaket: bütün bölge en az 2-3 gün sağnak yağmurlu gözüküyor! kaçış yok yani. sabah da korkuyla açtım gözlerimi, yağıyorsa gitmez miyiz diye... ama bir yandan da umut’la barış’ın da gelecek olması içimi rahatlatıyor: biraz “sıradışı” olduklarından yağmura itirazları olmayacağını tahmin ediyorum. nitekim tahmin ettiğim gibi yağmur çiselemekte olmasına rağmen güzel haber hemen geldi sabah: toplan gel bizi al, arvalya’ya gidiyoruz!

eteklerim zil çalarak gittim. bu sefer uykudan uyandırılmama rağmen kendi standartlarıma göre gayet hızla hazırlandım, yine fırça yememe rağmen neyse ki hilmi’nin de son dakikada hazırlanması sebebiyle ucuz kurtardım. bakalım yağmurda av nasıl oluyormuş... neyse ki ekip geniş, daha az koşturma, daha çok muhabbet olur, yani av çok “kanlı” olmasa da en azından eğlencesi olur diye düşünüyorum. gerçekten haksız da değilmişim: önce arvalya’da ilk parçayı köpekler arayıp arayıp hiçbir ses vermeyince toparlandık başka bir parçayı taramak için. keşke domuz olsaydı, ne güzel koca tarlaya fırlayacaktı, hedef tahtası gibi vuracaktık diye düş kırıklığına uğramıştım, hem de ufaktan ensemden dalan yağmur damlaları sinir bozucu oluyordu. buna rağmen arkadaşlardan ikisi bek yerlerinden kolkola oynayarak geri gelince beni eğlendirmeyi başardılar!

neyse efendim, ikinci öneze dik şeritteydi. yine arkadaşlar acemiliğim sebebiyle bana insaflı davranarak şeridin ortasını kesmemi uygun gördüler, diğerleri yukarı tırmanırken. yanımda hilmi’nin olması hem müthiş bir avantaj, neler olduğunu, neler olacağını falan bana deşifre etmesi açısından, hem de aslında bana biraz lapacılık fırsatı veriyor güngör’ün dediği gibi: köpekleri anlamayı, domuz çatırtısı dinlemeyi ona bırakıyorum rahatlıkla! ama o sırada zaten anlaşılacak fazla bir şey yoktu, köpekler galiba yukardan şeridi geçti ses vermeden, bize de bir ileri geçmek düştü. bir kez daha domuzun yüzde 90 geçeceği yere gittik hilmi’yle ve beklemeye başladık. bekle bekle, ne ses var ne seda... bu arada muhabbet ediyoruz tabii, eski avlardan şundan bundan konuşurken konu yemeklere de gelmez mi! hepimiz yataktan fırlayıp gelmişiz ava, doğal olarak açız, yemek tarifleri konuşmak da üstüne tüy dikti açlığımızın. zaten köpeklerden ses yok, koca arvalya’da domuz bulamadık, canımız sıkılmış... ama güngör’den “ava geldiniz, bekleyeceksiniz o kadar, ben sırılsıklam koşturup durmuyorum sanki,” diye fırça yemekten de çekiniyorum, o yüzden sessiz ve aç beklemeyi sürdürüyorum. bir de hiç olmazsa yağmur altında değil arabanın içindeyiz ya, oturuyoruz işte...

nihayet beklenen haber, yani esas beklenen domuz haberi değil ama en azından “hadi toparlanalım” haberi geldi. döndük, asfalta doğru giderken (bu domuzlar da mahsus mu yapıyor nedir, hep tam biz toparlanırken, tüfekler ve niyetler kaldırılmışken meydana çıkıyorlar!) bir telefon daha, “barak ses vermeye başladı, bekleyin” - hadi bakalım... tamam, barak kovguna geçti, yine aynı yerimize yerleşmeye koşuyoruz, şeritten aşağı (çamur tarlaya doğru) iniyoruz hilmi’yle, bana domuzun kesin çıkacağı yerleri gösteriyor ve köpekleri dinlemeye başlıyoruz. köpeklerin sesleri daha epey gerideyken bizim hemen önümüzden çatırtılar gelmeye başlıyor, bu sefer hilmi göstermeden fark ediyorum domuzun geliyor olduğunu. sağ olsun beni soluna, biraz daha domuzun çıkacağı çalıya yakın yerleştirdiğinden, ben de tüfek yüzümde beklediğimden domuz fırladığında tüm koşullar olabildiğince benden yana. yine de o iki kurşunu nasıl attım, düzgün nişan aldım mı, domuz ne yaptı, hiçbir fikrim yok... (beni eğitmeye çalışan arkadaşlara da daha sonra itiraf ettim: gezi gör, arpacığa bak falan hikaye, ben domuza atarken tüfeği görüyorsam o bile iyi! o yarım saniyede domuzun istikametini seçmek bile mucize benim için!)

hilmi de bir tane domuzun ardından atıyor ve domuzumuz her şeye rağmen yoluna hız kesmeden devam ediyor, ben de ıskaladığımızı sanıyorum. ama bunu düşünecek vakit yok çünkü bir domuz daha geliyor! köpekleri dinleyen hilmi “bunun devamı var, yerinde kal,” deyince tüfeğimi tekrar doldurup yine pür dikkat kesiliyorum. nitekim az bir süre sonra, benimle ormanın arasında duran hilmi’nin tam önüne, köpeklerin esas kovduğu domuz geliyor ama anında bizi görüp gerisin geriye dönüyor, yukarı doğru atıyor kendini. gözüm az yukardaki çıkış yerlerinde, bir aşağı bir yukarı çatırtıları geliyor domuzun, kalbim deli gibi atıyor, tüfek yine yüzümde, hilmi az da olsa aşağıda kaldı yani buradan çıkarsa domuz benim kucağıma düşecek gibi... ama çıkmıyor kerata! son derece sessiz ve hazır beklememize rağmen o parçada kalıyor o sırada. hızla gelen köpekler de ilk gelen domuzun izinden aynı gazla devam edince, bize de onları takip etmek düşüyor.

hilmi’yle bir saat kadar köpeklerin sesi, domuzun izi derken geze geze meryem analara çıktık indik, dağın öteki yanından dolandık, sesler yitip gidince bir de telefon açtık ki ekibin kalanı domuzun başında halay çekmekte! meğer bizim ta nerelere kadar aradığımız domuz aşağıda umut’la barış’ın yoluna çıkmış, motoru dağıtmalarına sebep olmuş, onlar da intikam söylemleriyle uzaktan yakından ata ata kendi deyimleriyle “kurşun manyağı” yapmışlar domuzu. biz de yanlarına varınca, delik deşik domuzu görünce hilmi’de bir şaşkınlık: yahu bu moza değil miydi diye! sol bacağındaki kurşunu görmesek bizim attığımız domuz bu değil diyecek... neyse sonuçta o göz doktoruna görünmeye karar verdi, serkan motorunun patlak lastiğiyle uğraşmaya başladı, çılgın arkadaşlar domuzdan hınçlarını aldıktan sonra motorlarının durumunu düşünmeye başladı, bizse bir kez daha bize domuz bulmak için sırılsıklam olan sürekçimize kahvaltı sunacak yer aramaya başladık...

av günümüz her zamanki gibi keyifle, muhabbetle, tok karınla, damağımızda çay tadıyla sona erdi. her zamanki gibi müteşekkir, her zamanki kadar mutluyduk: dağda bir damdaki ocağın önünde üstümüzden buharlar tüterken, yağmurla bulutların içinden geçerek aşağı inerken, kanlara bulanmış köpeklerimize bugünlük veda ederken. doğanın bir parçası olduğumuzu iliklerimize kadar yaşamayı bugün de nasip etti bize allah, şükürler olsun...

Hiç yorum yok: