11 Şubat 2008 Pazartesi

Başka tanrıların çocukları?

Domuzları ve insanları yaratan, onbinlerce yıllık av güdüsüyle av hayvanını, vicdanı ve adaleti ortaya çıkartan farklı kaynaklar mı?

Siz, şehirde yaşıyorsunuz. Her sabah kazların veya kuşların tüylerinin yolunmasıyla oluşturulmuş yorganlarınızda, ağartıcıyla beyazlandırılmış çamaşırlarınızda, radyasyon yayarak çalan saatinizle ya da cep telefonunuzla uyanıyorsunuz. Arabanızı çizdiği için komşunuza kızıyorsunuz, üşümemek için motoru erkenden çalıştırıyor ya da tehlikeli gazlarla çalışan klimanızı açıyorsunuz. Bir sürü yakıt yakarak ve trafiği berbat edenlere küfrederek işe gidiyorsunuz. Gün boyu paralar kazanıyor, paralar harcıyor, elektromanyetik alanlar yaratıyor, bilgisayarlarınızla, cep telefonlarınızla, dev ekran televizyonlarınızla halvet oluyorsunuz. Akşam yemeğine kadar: yani kimyasallarla kafesler içinde 40 gün büyütülmüş tavuk veya böğürerek kesilmiş bir dananın yumuşacık bonfilesi veya henüz ana sütünden kesilmemiş bir kuzunun bağırsaklarından kokoreç veya denizleri istila edip kirleterek çiftliklerde yetişmiş çipura veya daha da şanslıysanız ağızlarından hunilerle yem akıtılmış kazların şişmiş ciğerlerinden oluşan “fuagra”...

Biz, dağda yaşıyoruz. Bazımız buraların toprağından yetişmiş, diğerlerimiz bireysel tercihini bu yönde kullanmış, neticede hepimiz doğamızı tatmin edebileceğimiz bu diyarları mesken tutmuşuz. Kendi doğamızla, insanoğlunun doğasıyla uyum içinde yaşayabileceğimiz koşullara sahibiz. Hayvanı, toprağı, yağmuru, rüzgarı, insanı, huysuzluğu, zorluğu, keyfi ile doğayı olduğu gibi sevmiş, olduğu gibi kabul etmişiz. Dikenli çalıları yok edelim, dikensiz böğürtlen yetiştirelim çabasına girmemişiz mesela. Eşekler çok ses çıkarıyor, doğa dediysek bu kadar da değil, anırdıkça elektroşok veren bir cihaz takalım boyunlarına dememişiz. Geceleri karanlık oluyor, her kıpırtıda yanıp etrafı aydınlığa boğacak ışıklar koyalım her yana dememişiz. Ya biri gelir bizi asar keserse, arazimizi dikenli tellerle çevirelim, car car tüm köyü ayağa kaldıracak alarmlar takalım dememişiz. Yılanları öldürüp, porsuklara zehir atmamışız. Doğayı sevmişiz, güvenmişiz, bütünleşmişiz. Doğanın koynuna girmişiz.

Burda artık her şey mübah, çünkü burda hepimiz, herkes ve her şey eşit. Her şey doğanın aynı derecede kıymetli bir parçası, her şey aynı derecede akıllı. Her şey bazen kazanıyor, bazen kaybediyor. Hiçbiri diğerinden ayrı ya da üstün değil. Biz dahil. Her şey, her şeyi yaratan, hükmeden, yöneten bütünün bir parçası, kimse ayrıcalıklı değil. Av yapmak isteyen, sürekçi köpek yetiştiren, tüfek kullanan insan dahil.

Yaşlı kadın kendini tanrıya vermiş, yıllardır sabah akşam sadece dua eder, tanrıya yakarır, kendini müthiş inançlı sayarmış. Bir gün yaşadığı köyü sel basacağı haberi gelmiş. Herkesler toplanır, ailesini, hayvanlarını, kıymetli eşyalarını taşır, kendileri de kaçarken kadına da gelmişler, hadi diye. Yo, demiş kadın, tanrım beni korur, ben bir yere gitmem. Sel olmuş, evler sular altında kalmış, kayıkla son kez evler arasında gezinen birileri kadını görmüş, yetiştik, gel kurtul hadi diye yanına gitmişler. Hayır, demiş kadın, beni kurtarmanıza gerek yok, tanrı beni kurtaracak. Sular iyice yükselmiş, kadın artık evin çatısına çıkmış sulardan kaçmak için, sel mahallini gezen kurtarma helikopteri tepesinde durup merdiveni uzatmış, hadi gel boğulmadan diye. Ne münasebet, demiş kadın, ben tanrıya bağlı bir insanım, o beni kurtaracak... Sonunda boğulup gitmiş tabii. Öteki tarafta tanrıyla karşılaşmış, tanrım demiş, ben bunca sene sana hizmet ettim, bunca yalvardım yakardım, senden başka hiçbir şeye tapmadım, neden yaptın bunu bana, neden beni kurtarmadın? Yuh, demiş tanrı (tanrılar yuh demez ya, neyse, o anlamda bir şey demiştir!), seni kurtarmak için önce komşularını gönderdim, sonra kayığı, sonra helikopteri, daha ne yapsaydım be kadın?

Yaptığım avı vahşice bulanlar aklıma bu fıkrayı getirdi. Arkadaşlar, domuzu yaratanla beni yaratan aynı; onları her yıl nüfusu beş katına çıkacak şekilde yaratanla insanı tüfeği icat edecek, sürek köpeği yetiştirecek, domuzun patikalarını takip edecek şekilde yaratan aynı. Ben her ava çıktığımda, her domuz vurduğumda “yaşasın, doğa kendini dengelemeyi beceremezdi, iyi ki ben bu işi onun yerine yaptım,” demiyorum, “bu domuzu ben vurmasam onların nüfusları çok artacak, açlıktan ya da çiftleşme kavgasından vahşice ölecekler, onu kurtarayım” diye ava çıkmıyorum, ya da Memet amcanın ekinlerini, mısırlarını yiyen domuzu haklayayım düşüncesiyle. Ama şunu unutmayın ki, ben de tanrının planının bir parçasıyım! Ben de hesapta vardım! Bu dengelenme, bu çiftçiyi koruma, bu etini yiyenlere ulaştırma da benim varlığım ve av yapmayı seçmem sayesinde ortaya çıkan olumlu neticeler.

Güzel Allahım bunların beşer tane yavrulayacağını hesaplayamamış mı, diyorsunuz... Peki sizin kediniz, köpeğiniz neden kısırlaştırılıyor o halde? Çünkü doğa kendisine (uzun vadede evrimle, kısa vadede gelişmeyle ve şehirleşmeyle) yeni dengeler kuruyor. (Bkz. İsmet Paşa: Yeni bir düzen kurulur, Türkiye de bu düzende yerini alır!) Yeni dengelerde doğa en bakir, en ilk birinci haliyle kalamıyor, insanın değiştirdiği (ama elbette ipleri yine her zamanki gibi yaradanın elinde tuttuğu) doğa haline geliyor, doğanın parçalarına da olabildiğince bu duruma uyum sağlamak düşüyor. Ki zaten doğa en bakir haliyle kalabilseydi size de güzel bir bonfile için önce bir sığır vurmak, sonra onu yüzmek, kesmek ve ateşi keşfedip pişirmek düşerdi :))

Yapılan iş, bana göre, doğanın bağrında eşit koşullarda muhteşem bir mücadele. Sizler haftasonları ısıtılmış arabalarınızla alışveriş merkezlerine, mısır pörtlekli sinemalara, bol pastalı şunlu bunlu çocuk partilerine, çok yıldızlı lokantalara giderken biz sabah erkenden kalkıyor, sıcak yataklarımızdan çıkıyor, kat kat giyinip kendimizi dışarılara atıyoruz. Kimimiz kumanya hazırlıyor, kimimiz her türlü havada motosikletine atlıyor, kimimiz köpeklerini toparlıyor. O dağ senin, bu dağ benim tırmanıyoruz, buluşuyor, iz kesiyor, yer saptıyoruz. Heyecanın kestiği açlığımızla kulak kesilip köpekleri dinliyoruz, şeritlerde aşağı yukarı koşturuyoruz, hayvanların hareketlerini kestirmeye çabalıyoruz. El işaretleriyle birbirimizi anlamaya, çatırtılarından domuzları anlamaya, seslerinden köpekleri anlamaya, rüzgarın yönünden şansımızı anlamaya çalışıyoruz. Ses çıkarmadan koşuyor, anlaşıyor, yerleşiyor, nişan alıyoruz. Ateş ediyoruz, edemiyoruz, isabet ettiriyoruz, ıskalıyoruz... Öğlen falan olup, nihayet hakettiğimiz zaman güzel, güneşli bir yerde çalı çırpı toplayıp ateşimizi yakıyoruz, çayımızı koyuyoruz ateşe. Gazetemizi serip Allah ne verdiyse herkesin üstünden çıkanlarla dünyanın en güzel kahvaltısını ediyoruz; ateşte ekmeğimizi ısıtıyor, mantar toplayıp közde pişiriyor, ağaçtan yaptığımız şişlere sucuğumuzu takıp kızartıyor, köze patates gömüyoruz. Avımızı, domuzumuzu konuşuyoruz, birbirimizi tebrik ediyor, dalga geçiyor, yanlışlarımızı düzeltiyoruz. Sonra köpeklerimiz heyecanlanıyor yine, soframızı toparlayıp kaldırıyor, doğadan izlerimizi yok ediyor, tüfeklerimizi dolduruyor, köpeklerimizi salıyoruz...

İşte böyle sürüyor günümüz, böyle aşk, heyecan, doğa içinde, hava kararıp bizi zorla evlerimize yollayana kadar. İşte bizim âşık olduğumuz bu, bizim parçası olduğumuz, korumak için herkesten önce, herkesten çok uğraştığımız, uğraşacağımız doğa bu. Şehirden gözüktüğü gibi ayrı gayrı değil her şey: Doğa bizden ayrı ve bizden korunması gereken bir şey değil, bilakis bizimle birlikte var olan bir sistem – domuzlar, her sene nüfuslarının katlanması, insanlar, bilinçli av yapma istekleri, hepsi doğanın parçaları. Kan ve ölüm gibi “sevimsiz” şeyleri doğadan ayıklamakta ısrarlıysanız işiniz iş vallahi, Allah kolaylık versin!

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Kusadali Belm@dan; cok haklisin candanciim yukarisi ilahi plani cok guzel yapmis bu aralar denge isi de senin :))

candan dedi ki...

hah! işte güzel dedin, isteyen herkesi de bekleriz denge işine katılmak için :))

sekbanbası dedi ki...

candan hanım,
insan önce yapıp sonra uğraşan değil midir her duruma uymasada ? hayvancı tarımcı toplumken bitirmedik mi kurtları kapanlarla zehirlerle bence planda bunlar vardı ama seçenekler dahilindeydi. kurutulan göletler gibi demekki herşeyi olduğu gibi kabullenmemişiz doğada . denge içinde dengesiz işleri yapmışız. bunu yapanla kazları besleyen arasında çok fark olmasa gerek.
finalinde öldürmek olan ve bundan mutlu olduğumuz domuz avının doğal dengecilerimiyiz gerçekten yoksa öldürmeyimi seviyoruz mücadele ederek o hayvanla. yada tüfeksiz köpeksiz kaç kere kaç ? dağlarada çay içip sucuk yiyebiliriz?
mum ışığında yenen yemeğin finali gibi olsa gerek bu denge işi. bize gelip deseki biri her gün bir domuz vuracaksın saat 12 de şu ağaca bağlı vaziyette bunu kaç kere tekrar edebilirizki?
bunlar sucukla ,kızarmış ekmekle, şapla şekerle süslenmiş öldürme güdüsünden öte bir şey midir sizce?