6 Şubat 2008 Çarşamba

burası kömür ocakları mı, milli park mı? (3 şubat 2008)



günün başlangıcından hiç tahmin edemezdim sonunu, bir alay domuzun tıngır mıngır önümüzden, yanımızdan bir sağa, bir sola geçeceğini, ikisinin vurulacağını, kalanların kaçışacağını. başlangıç pek sakindi çünkü. ben heyecanlıydım, o ayrı. yemek içmek için gerekli malzemeyi düşünüp toparlayıp arabaya doldurmak, havanın pırıl pırıl olmasına rağmen her an dönebildiğini hesaba katarak eldivenler, montlar vb almak, bir de peşime takılan köpeklerimden kurtulmak için geri dönüp onları bağlamak gerekince evet biraz gecikmiş olabilirim kurt kayası’na: ne yapalım artık, ava kadın eli değince bu kadar bir aksama da olabilir yani!..

vardığımda güngör barak’la, ikisi de birbirinden yerinde duramaz halde dönüp duruyorlardı, ancak bir selamlaştık ki hemen uzayıp gittiler. biz emin ustayla kaldık geleneksel piknik tepemizde, köpek sesi dinliyoruz, muhabbet ediyoruz... derken bir anda barak’ın sesi döndü, emin usta beni şeritteki yerime, ilk avımda ilk domuz gördüğüm yere gönderdi, kendi de çamların orda bir yeri kesmek üzere. (buraya son şerit diyorlarmış, sonradan sora çalışa öğrendiğime göre...)

tek başına beklemek, benim gibi acemi avcı için bir ıstırap: hiçbir fikrim yok ne zaman nerden ne olabileceğine dair – ya da çok az var diyelim. tüfeğime sıkı sıkı yapışıp, arada aniden nişan alma talimleri de yaparak, köpek ve tüfek seslerini ve olası domuz çatırtılarını dinlemeye çalışarak gergin bir şekilde bekliyorum. barak’ın başta gelen domuzun başına varma sesini evet, emin de uyarınca ayırt edebilmiştim. ama sonrası benim için tamamen belirsizdi: sıkı sesleri tabii ki geldi ama köpeğin sesini hiç duymadığım için domuz kalkmış, yürümüş, ne tarafa yürümüş falan, hiçbir fikrim yok. umarım ters tarafa yürüdüğü için bulunduğum şeride sesi ulaşmamıştır, mazeretim vardır...

ne zaman ki güngör’le emin art arda arayıp hızla arabayı almamı ve geldiğim yoldan geriye doğru gitmemi söylediler, ancak o zaman bir şeyler olduğunu anlayabildim! yolda emin’i de alıp hızla keçi ağılından geride bir dereye vardık ki, barak hemen önümüze çıktı – yani domuz az önce geçmişti. emin usta domuzun çıktığı dik patikayı bulup barak’ı yönlendirdi, sonra da güngör’ü de alıp kulenin oralara, balatçık köyüne doğru bakan şeride yerleştik bu sefer (buranın ismini de sormuştum ama hatırlamıyorum, işte yer bulmakta zorlanmamın nedeni!)... ama artık çok geçti, barak’ın sesi bile duyulmuyordu, tek yapabileceğimiz tez zamanda geri dönmesini ummaktı. biz de oturduk emin ustayla şeritlerin isimlerinden balatçık’lı mustafa’nın koca domuzu kaçırdığı ava, kömür yapımından kireç yapımına, o şeritteki gece beklerine, domuzların favori yerlerine kadar çan çan konuştuk durduk... nihayet barak’ın çan sesi gelince de bayram ettik.

bacağı biraz kanamıştı, yarası on gün geçmesine rağmen hafif şişirdiğinden bacağını. biraz dinlenmeyi o da hak etmişti, koşturup heyecanlanmamamıza (yani aslında hak etmememize!) rağmen acıkan bizler de. kurt kayasındaki piknik yerimize döndük, ateşimizi yaktık, bu arada gelen bir çobanla oğlunu, bir de balatçıklı mustafa’yı da buyur ettik – dağda da misafir hiç eksik olmuyor, hayrettir! her zamanki gibi günün en güzel anları arasında, keten peçetelerle, papyonlu garsonlarla, ısıtılmış tabaklarla servis edilen en şık kahvaltılardan katbekat muhteşem kahvaltımızın keyfini sürme anları var: ateşte pişirdiğimiz sucuklar (bir dahaki sefere üstlerine tulum veya kaşar da koymalı), harika demlenen çayımız (emin usta benim kokulu çaylarımı ekarte etmek için kendi sert çayından eklese de), zeytinler, peynirler, reçeller... köylüleri
iki ormancıyı katletmiş olan mustafa’nın ormancılardan kurtulmak için balatçıklı olduğunu söylemesinin yetmesi ve benzeri dağ, av, orman hikayeleri...

bazılarımız günün sonuna kadar orda, ateşin başında oturabilecek gibi gözükse de diğerleri elimizde daha çayımız varken köpeği kapıp ayağa fırladığından yine tez zamanda av faslına geçmek gerekti tabii. eh neyse, madem ava çıktık, diyerek fırladık biz de, artık avın da biraz daha hareketli olacağını umarak. bu sefer aramızda mustafa da olduğundan ben hiç olmazsa tek değil, emin’le birlikte durma şansı elde ettim. çatal şeride geçtik (bakın buranın da ismini öğrenmişim), dinle babam dinle, bekle babam bekle, yine bir numara yok... döndük yine diğerleriyle buluştuk, eh insan ister istemez heyecan beklerken, adrenalin umarken güneş altında uyuyakalma kıvamına gelince sitem ediyor: dedim, “hani koşacaktık edecektik domuz vuracaktık?!” ondan sonra oldu olanlar...

güngör’ün barak’la önce kuşini’ne doğru bütün dağı taraması, sonra ordan da hiçbir ses çıkmayınca “hadi kömür ocaklarını kesin” demesi, bizim keçi ağılına bakar şekilde benim elemen tarafından geliş yolumu kesmemiz (mustafa daha uzak bir noktada, biz onu gören ama ağıla daha yakın bir noktada emin’le birlikte). sonra barak’ın domuza sarması, havaya atılan sıkılar, karşı yamaçtan gelen ve yüreğimi ağzıma getiren bağırışlar: “hadi kalk vurdurtma kendini bana!” “emin ben bunu vuruyorum bak!” yahu diyorum, bütün gün bekledik domuz görmeye, yine göremiycez, güngör bunu yatağında haklayacak...

derken her şey aynı anda oluyor: barak’ın kaldırdığı domuz tek başına mustafa’ya doğru çıkarken (ki ben bunun pek farkında değildim zaten) bizim de karşımızdaki yamaçta bir koca alay yürümeye başlamaz mı! yamaç çatır çutur, her yerden sesler, görüyoruz da boy boy domuzları haldır huldur koşarlarken. emin’le takip ediyoruz, yamaçtan indiler, dere boyunca geliyorlar geliyorlar... ben nedense derenin karşı yamacını uygun gördüm onlara, birkaç ufak çıkış patikası var iyice onlara konsantre olmuş durumdayım, emin’se tabii daha akıllıca işi yaparak belli bir yere konsantre olacağına çatırtıları takip ediyor, ve ben daha sağıma bakıp da “aa domuz,” demeye kalmadan emin tetiği çekmiş durumda! daha irice olan domuz hemen yere yapışıyor, yanındaki sarhoş gibi yalpalayan moza ise kim bilir kaç atış boyunca sağ kalmayı başarıyor. emin zaten epey önümde olduğundan benim atabilmem mümkün değil, kaldı ki yarım saniyede de olsa düşünüyor insan, “usta avcı vuramıyorsa benim atmamın manası ne!” diye.

iri domuz yol kenarında son nefeslerini veriyor, emin mozanın peşinden koşuyor, moza yukarı kaçınca vazgeçip dönüyor ve yine alayı karşı yamaçta ilk gördüğümüz yere koşuyoruz. uzağımızdaki virajda mustafa da hareketli, barak’ı bağlamış, tüfek yüzünde gözü karşıda... emin usta “koş koş şu alaya at!” diye beni yönlendiriyor ama benim gözüm onları seçip de atana kadar kocaman ama hareketli hedef uzaklaşıyor, gidiyor. dağılanlardan birini gözüme kestiriyorum, laf ola ona da bir tane atıyorum ama nafile. bu arada mustafa ufak da olsa bir taneyi kayalıklarda vuruyor, galiba iki atış sonucu yuvarlanışını görüyoruz. bir süre daha hareket sürüyor, bekliyoruz, dinliyoruz, ama bugünlük bu kadar: alayın kalanı kendilerini şimdilik kurtarmış oluyor!

itiraf ediyorum, saat 16.30 civarında köpekleri salarken bir gün için biraz fazla mı uğraştık diye şüphe duymuştum bir an, ama bu son dakika golleri bunu da, bütün günün durgunluğunu da unutturdu. artık çayı gerçekten hak ettik! hem herkes mutlu: domuzu bulan da, gören de, vuran da, barak da... resimler çekiyoruz, ateşimiz yanıyor, barak kendisine tahsis edilen domuz kolunu gömüyor, güneş batıyor muhteşem renklerle. gün kavuşurken herkes ayrı yönlere yollarına koyuluyor... bir koca günü daha doğayla paylaştık, bir gün daha doğanın bağrındaydık, ne şanslı insanlarız biz.

2 yorum:

Unknown dedi ki...

atalarımız ne söylemişse doğru söylemiş.40 gün taban eti 1 gün av eti.her gittiğimiz avda illaki domuz vuracaz,domuz görecez diye bir şartımız yok,önemli olan ya nasip deyip umudunu kaybetmeden sabah ilk avmış gibi aynı heycanla ava devam etmek.aslında sen bu kouda çok şanslısın,ne avcılar bilirim aylarca dağa gidip,bırak sıkı atmayı tek bir domuz görmeden geri gelen.bu yüzden şansını fazla zorlama.birde bir avcının gururu evladı gibi sevdiği köpeğidir.eğer köpeğine laf söylersen,bu hakaret sayılabilir onun için.

Adsız dedi ki...

bu cesareti gösterebildiğiniz için gerçekten tebrikler. avlarınızın devamını dilerim.