28 Ocak 2008 Pazartesi

saatler (candan turhan)



Siz, saatleri yaşadınız. Henüz sözcük haline dönüşmemiş, ya da bir sözcük karşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım. (Cemal Süreya, Güz Bitiği)

En sevdiğim saatler, akşamüstü saatleri. Her şeyin nihayetlendiği zaman. Günün sona erip dingin gecenin başladığı o saat.

Ancak belli bir eşiği geçen ruh, dinginlikte keyif bulur. Arayış içinde olana göre değildir sükunet, fenalık getirir, olup olacağı bu mudur, dedirtir. Oysa ben dinmişim... Olup olacağı bu olsun, akşam olsun, gün sade, yavaş bitsin, dinelim dinlenelim, başka ne isterim...

İşte soba yakma zamanı geldi. Gün ışığı iyice azaldı ama direniliyor hâlâ elektriğe muhtaç olmaya - ah işte bu, her iki tarafa da göz kırpan anlar! Hem gündüzü hem geceyi avucunda tutan dakikalar! İş görecek kadar bir yakılıp hemen söndürülüyor elektrik, eskiden, ilk kullanıldığı zamanlarda yapıldığı gibi. Bizim köye 1960’larda gelmiş elektrik; Memet amcam gelmesi için uğraşanlardanmış da karşı çıkanlar, keyfiniz bilir, elektrik tellerine iyi çamaşır asılır, diye eğleniyormuş...

Renkli, hızlı, yapay görüntüler saatine, televizyonun metalik ve mekanik renklerinin kaçınılmaz hakimiyetine geçmeden, şu alacakaranlık devrini uzatmak için, geçici zaferler elde etmek için mumlar yanıyor: Büyük, küçük, renkli, her köşeden bir titrek ışık yayılsın, can yayılsın eve diye... Mumların zarif uvertürü olmadan sobanın gürüldemesine, çıralarla odunların, çam ağacı ve zeytin kokularının halvetine geçilir mi?

Soba yanmadan evvel güzel bir müzik konuyor ama, ev karanlığa teslim olurken – müzik deyince cazdan bahsediyorum tabii, şöyle hakiki sızma el yapımı: Miles, Coltrane, Monk, Birdie... Saksofonlar, kontrbaslar karanlığa karşı dirensin diye hep beraber. You don’t know what love is, A night in Tunisia, Autumn leaves, Things ain’t what they used to be...

Alacakaranlıkta, güneşli bir gün olmuşsa bugün gibi, muhteşem renkleriyle bir günbatımı bekliyor pencerelerin ardında. Bugünlerde Bülbül Dağının arkasında batıyor güneş, Kuşadası hizasında – ama mart dedin mi gelecek Pamucak Körfezinin ufkunu devralacak. Kış yağmurlarıyla taze, çiğ bir yeşile bezenmiş Bülbül Dağı arkasında pembelerle, turuncularla, boğuk gri mavilerle saklıyor güneşi bir kez daha. Evin içine kadar sızıyor kırmızı tonları, insanın içi ısınıyor.

Ben günbatımını izlemek isterim her gün. Hani soruyorsunuz ya, neden gittin İstanbul’dan diye: İşte bu yüzden! Günbatımına bakan bir şehirde yaşadım bir süre; ondan sonra bir daha ısınamadım İstanbul’a: Güneşin batmamasına, öylece, sinsice kayboluvermesine. Faka bastırmasına insanı. İstanbul, her şeyin doruk noktası olan şehir, milyonların milyonlarca sebepten tek aşkı olan şehir kötülüğünü bir kez daha gösterir, oncağız zevki bile esirger yaşayanlarından, paylaşmaz o günbatımını sizinle, karanlıklarına gizleyiverir.

Güneşin batışını görmeden iflah olmam ben artık. Günümü, gecemi, saatimi, sağımı solumu bilemem. Hesaplaşamam kendimle, ortada kalırım. Burada, zeytinlerin arasında, dağların yamacında, çamların gölgesinde apaçık batıyor işte güneş her gün... Köyün girişindeki eski kilisenin giriş kapısı batıya bakar. Kapının iki yanında oturma yerleri, karşılarında avlunun alçak duvarı vardır, meraklısı böyle köyün tam kıyısına oturup günün gidişini izlesin diye. Sonra yıldızların, en parlaklarından başlayarak tek tek belirmesini. Memet amcanın ışığı yanıp, mutfağından yemek sesleri gelmeye başlayana kadar...

Akşamüstleri, her seferinde sanki çok önemli bir günü devirmiş gibi, derin bir nefes alarak batan günü izlerim. Dışarıdan bir bakan olsa vay be, der, bugün büyük bir günmüş, neler geldi geçti kimbilir başından bugün, nelerin altından kalktı, vay anam vay... Ve öyle de: Her gün büyük bir gün. Bir gün daha yaşadık. İnsanlık görevimizi bir gün daha yerine getirdik, az iş mi?

Bu zibidilikler dünyasındaki rollerimizi ciddiye alarak, o büyük gerçeği bilmez gibi yaparak, tek gerçek bizim dahil olduğumuz insanlıkmış gibi ve biz de buna yürekten inanıyormuşuz gibi yaparak, bir günü daha devirdik! Domates biber fiyatlarını, başbakanın sözlerini, park yeri sorununu, tatile nereye gideceğimizi, havaların soğuduğunu filan ciddiye alarak, gerçek buradaymış gibi yaparak... İşte o yüzden her gün günbatımını izlerim ben ve o gün için şükrederken bir de göz kırparım evrene: “Aramızda!”

(Ocak 2005)

Hiç yorum yok: